Geçtiğimiz aylarda Türkçeye çevrilen Michael Pollan'ın Bana Ait Bir Yer kitabını, bana ait olmayan bir yerde okurken distopik bir metinde ilerliyormuşum gibi hissediyorum. Araştırma yaptığım için bir süreliğine başka bir yerde yaşıyor olmamın ötesinde, inşasında, planında programında hiçbir şekilde sözümün geçmeyeceği dairelerde yaşadığım ve bundan sonra da yaşamak zorunda olacağım için böyle hissediyorum belki de. Zira Pollan, evinin bahçesine okuyup yazmak, hayal kurmak için kendi “barınağını”, “yazı evi”ni kurma sürecinden bahsediyor bu eserde. Evi kuracağı yere karar verişinden, kağıt üzerindeki planı, bölgenin doğasıyla uygun malzemelerle fiziksel olarak inşa edişine dek her safhada doğrudan rol alış hikâyesini anlatıyor.
Bugün İstanbul'da, bana ait olmadığı gibi bir başkasına da ait olmayan, belli bir alan içerisine istiflenmiş birbirinin aynı binlerce evin jelatinleri sökülürken yükselen “yaşamaya değer” kurgularının da o anda dökülmeye başladığı görülüyor. Alım-satım öğesinden başka bir şey ifade etmeyen dairelerde ne tür bir aidiyet geliştirilebileceği ayrı bir merak konusuyken buraların “ev” kılınması için ne kadar süre bıkıp usanmadan bu bölgede yaşamak gerektiği diğer bilinmeyenler arasında. Şehrin silüetini bıçak gibi parçalara ayırarak sivrilen binalar, o manzarayı geri almak isteyen bir başka bina tarafından kendine rakip bellendiğinden daha yükseğe çıkma hedefinin gerekçesi haline geliyor. Bir süre sonra ise ne kadar yükselirseniz yükselin kusursuz göl ya da deniz manzarasına erişmeniz imkansızlaşıyor. Şehrin duvarları gibi yükselen başka binalar, onların çatıları, devam eden inşaatlar, inşaatlara malzeme taşıyan araçlar, eksilmeyen hafriyat, karnı yarılan ve kucağına binalar kondurulmaya çalışılan alanlar ve hepsinin ardında da avuçla dökülmüş bir su birikintisi uzanıveriyor göl manzarası niyetine. Bundan on yıl önce İstanbul'da göl ya da deniz manzarası dendiğinde akla bu saydıklarım gelmezken, hunharca inşa edilen yeni “projeler”, planları mimarın eskizine düşmeden satmayı başarıyor. Kentin sınırlarını gittikçe elastikleştiren, boş bir alan görmeye tahammülü olmayan bir kentleşmenin hüküm sürdüğü İstanbul'da bir başka projenin satışında park olarak gösterilen alanlar için inşaat izinleri jet hızıyla alınıyor, kepçe toprağa saplandığı anda bin daireyi satın almak için onbinlerce kişi başvuru yapabiliyor. Kentin dokusunu zona gibi yerle bir eden, yükselecek yeni adacıkları imleyen inşaat alanlarında oyuncakmış gibi bir ileri bir geri giden, her defasında toprağı daha da un ufak ettiği için sonrasında kurulan “yaşam alanları”nda vaadedilen yeşil alanın yeşermesini imkansız kılan, bırakın ağacı çimin yeşil kalmakta zorlanmasına sebep olan dozerler, önceden çöplük olarak kullanılan alanları fahiş fiyatlara satılacak tektip binaların inşasına hazırlarken, yayılan asbest yakında şehirlilerin büyük kısmında ortaya çıkacak üst solunum yolu hastalıklarına uygun şekilde toprağı havaya savuruveriyor.
Gaston Bachelard'ın insanın mekânı kendine ev kılması üzerine 1950'ler Avrupa'sında yeşeren yorumlarını Mekânın Poetikası'nda okurken, 2015'in İstanbul'unda mekân politikasının ne kadar basit olduğu fark ediliyor: dönüşüm kapsamına al, yık, yaşayanları bölgeden uzaklaştır, dip dibe ve üst üste onlarca katlı bina yap ve milyon liralara sat! Tarih boyunca yerin bu kadar tarihsizleştiği, kimliksizleştiği, yersizleştiği hiç görülmedi. Şimdiye dek hiçbir uygarlığın aklına bir bölgede yaşayanları oradan uzaklaştırdıktan sonra inşa edilen daha kötü standartta evlere daha çok bedel biçilmedi ve daha beteri o binalar daha pahalıya satılacağı düşüncesiyle kapışılırcasına satın alınmadı. İstanbul, bugünün burada yaşayanlarına havasıyla, suyuyla, yeşiliyle ilham vermiyor; büyük spekülasyonlara maruz kalan bedeniyle gayrimenkul hayali kuranların maddi hayallerine hitap ediyor. Taşımakta zorlandığı binalara her gün bir yenisi inşa edilir, derisi yüzülerek açılan yollara konuşlandırılan otomobiller binbir eziyetle ilerlerken, bir koluyla bir kolu arasına betondan üçüncü bir köprü yapılan İstanbul kıpırdayamaz, nefes alamaz ve aldıramaz hale getiriliyor. “Seni bu dünyanın bir numarası yapacağım” diye kandırılarak bugünlere getirilen İstanbul, çırpınıp bağırsa da kimse duymuyor onu, anlamıyor sesin nereden geldiğini, çözemiyor kentin dilini. Bağlantı yolları, çevreyolları, köprüler, altgeçitler, üstgeçitler, kavşaklar, viyadükler derken, milyonlarca araç kentin bir ucundan bir ucuna gidip geliyor, trafiğin nadiren müsait olduğu zamanlarda. Hal böyle olunca da kentin sesi, otomobilin sesine, tekerleğin zemine temas edip havalandıktan ve bir tam dönüşünü tamamladıktan sonraki sese dönüşüveriyor. Harflere dökülemeyecek bir uğultuya. Öyle ki günlerdir TEM'den gelen sesi tarif etmeye, taklit etmeye çalışıp da beceremediğim bir sese; ne bir uğultu ne de bir bağırtıya... Tanımlayamadığınız, ne dediğini anlamadığınız, yalnızca alışmak zorunda olduğunuz bir kirliliğe... Bu esnada pek çok şey söylüyor İstanbul, ama henüz ne dediğini anlayan yok aramızda. Anlasak kendi cehennemimizi bu kadar hevesle, hırsla, koşar adım kurmaya çalışmazdık belki. Kentin yeşil alanlarını yakarak, yıkarak ortadan kaldırdıktan sonra yaşayacağımız sitede “ayrıcalık” olarak sunulan yürüme ve bisiklet parkurlarına, peyzaj bahçelerine, hazır çimlerine, “gösterişli yansıma havuzlarına” (bu ne demekse!), “yeşilin her tonuna sahip meyve bahçelerine” ve “baş döndürücü çiçek kokularına” ayrıcalık olarak bakmaz, bu “olanakları” ağzımızdan sular akıtarak dinlemez ve inşaattan önce dilsizleştirilen toprağın biz yerleştikten sonra yeşerip canlanacağına, gölgesinde oturacağımız ağaçlar vereceğine dair bir medet ummazdık belki.
Bachelard (2013, s. 34), “[ç]ünkü ev, bizim dünyadaki köşemizdir” der. Bana ait bir köşe yaratmanın bile bunca güç olduğu bugünün koşullarında (ve belki de bu yüzden), bize ait bir yeri, bir kenti nasıl inşa edebileceğimiz sorusu tüm ağırlığıyla duruyor önümüzde. Kamusal alanda yaratamadığımız biz'in eksikliği, özel alan içerisinde inşa ettiğimiz ben'e daha sıkı sarılmamıza sebep olurken, ben'i tatmin edebilmek için attığımız adımlar, her birimizi İstanbul'dan, bizi birbirimizden daha da koparıp kendimize ait (olduğu yanılsamasındaki) yerlere daha çok hapsediyor. (LB/AS)
Kaynaklar
Pollan, M. (2015). Bana Ait Bir Yer. İ. Urkun Kelso (Çev.). İstanbul: Sinek Sekiz
Bachelard, G. (2013). Mekânın Poetikası. A. Türmertekin (Çev.). İstanbul: İthaki