Tarih Vakfı İstanbul toplantılarının ikincisinde, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Fatmagül Berktay "İstanbul: Kent, Özgürlük ve Kadın" başlıklı bir konuşma yaptı. Byzantion'dan Konstantiniye'ye, İstanpoli'den İstanbul'a kent paradigmasından ve "kentin özgürlük kokan havasından" bahsederek konuşmasına başlayan Berktay, bu noktadan hareketle konuşmasının başlığının diğer bir bileşeni olan kent ve kadın arasındaki ilişkiye değindi.
Fatmagül Berktay'a göre, "Kent ile kadınlar arasındaki ilişki, bütün sahici ilişkiler gibi, çok karmaşık ve çelişkilidir." Bu karmaşıklık, bir yandan kent kavramının getirdiği özgürlük imkânını, öte yandan dışlanma ve tehlikeleri içinde barındırır. 8 Mart'ın sokaklarda kutlanacağı; kadınların, Goethe'nin deyimiyle "Her kuşakta yeniden kazanılmak zorunda kalınan bir şey olan özgürlük" için mücadeleyi yükselteceği bu mart ayında, Fatmagül Berktay'ın "İstanbul: Kent, Özgürlük ve Kadın" konuşmasının bir özetini sunuyoruz.
"Kent yaratıcı yıkıcılığın tarihsel mekanıdır"
Fatmagül Berktay'a göre kent, insanın -ki bu noktada hatırlanması gereken Hannah Arendt'in homo faber'idir- inşa ettiği, kendisine yarattığı dünyadır. Nitekim kent sosyologu Robert Park, "Kent, insanın dünyayı kendi gönlüne uysun bir şekilde yeniden inşa etmesinin en kararlı ve sonuçta en başarılı girişimidir," der. Tam da bu nedenle, bu dünyanın nasıl yaratıldığı önemlidir; zira insan, içinde yaşadığı dünyayı yaratırken aynı zamanda kendi kendisini de yeniden yaratmaktadır. Bu bağlamda, kent hakkının sadece var olana dahil olma hakkı değil, aynı zamanda kenti kendi isteklerimiz doğrultusunda, "kendi gönlümüze uygun olarak" değiştirebilme hakkı olduğunun altı çizilmelidir.
Öte yandan, "kente yapılan güzellemelerin, kent hakkı taleplerinin yanı sıra kentin hiçbir zaman çelişkiden, şiddetten, tehlikeden uzak, uyumlu bir yer olmadığını da hatırlamak gerekir. Fatmagül Berktay bu düşüncesini, konuşmasını yaptığı aralık ayında öğrenci olaylarının damgasını vurduğu Atina'yı; sokaklarda kurulan barikatlarıyla 1871 Komünü'nün Paris'ini ya da '68 Paris'ini, Beyrut'u, Bosna'yı hatırlatarak örneklendirir. Bu örneklerin de gösterdiği üzere kent tarihinde sükûnet kural değil, istisnai bir durumdur.
David Harvey'e göre bu noktada yegâne ilginç soru, sonuçların yaratıcı mı, yıkıcı mı olduğudur. Genellikle "Her ikisi de" der Harvey çünkü "kent, yaratıcı yıkıcılığın tarihsel mekânıdır." Berktay bu noktada, başlangıçta bir çelişki olarak görülebilecek bir konudan bahsediyor: Kentin bir toplumsal form olarak esnek yapısı. Belki de kent, esnek yapısı ve dinamizmini de -paradoksal bir biçimde-işte bu yıkıcılıktan almaktadır.
Kadınların kent hakkını talep etmeleri
Fatmagül Berktay'a göre kent ve kent tarihi hakkında konuşurken sorulması gereken önemli bir soru, kentin, "kimin kenti" olduğu sorusudur. Ve dolayısıyla, "kent hakkı" dendiğinde de hemen "kimin hakkı" sorusu akla gelmelidir. Berktay'ın örneklendirdiği üzere, 1871 Komüncüleri Paris'i burjuvaların ve onların yardakçılarının elinden aldıklarını düşünüyorlardı. Buna karşılık onları katleden monarşi taraftarları da, Paris'i din ve özel mülkiyet adına geri almanın kendi hakları olduğunu savunuyorlardı. Başlangıçtaki soru(n), kadınlar için de geçerlidir: Kent, kamusal alanın mekânıdır, oysa kadınlar tarihsel olarak kamusal alandan dışlanmışlardır. Oraya girmelerine izin verildiği zaman da bu, belirli kısıtlamalarla ve çeşitli kurallara tabi olarak yapılmıştır; ama ne kadar kısıtlanmış olsalar da, kent onlara da daima belli bir özgürlük olanağı sunmuştur çünkü Richard Sennett'in1 dediği gibi, "Kent, insanların kişisel olmayan bir varoluş olanağına kavuşmalarına imkân verir."
Bu düşünce bizi Hannah Arendt'in kamusal alan tanımına götürür:
Arendt'in kamusal alanı insanların birbirlerine göründükleri, "karşılıklı olarak" görünür oldukları bir alandır. Bu noktada önemli olan, Arendtçi kamusal alan tanımının birinin "baktığı" (özne), ötekinin ise "bakıldığı" (nesne) hiyerarşik bir ilişki üzerine kurulu olmamasıdır. Var olan toplumdaki hiyerarşik kamusal alan, aynı zamanda cinsiyetçi iktidar ilişkileri nedeniyle eril bakışın egemen olduğu bir uzamdır. Fatmagül Berktay'ın altını çizdiği gibi, insanlar özel alanın mahremiyetinde değil, ancak birbirlerine göründükleri zaman, yani kamusal alanda kendilerini başkalarıyla karşılaştırabildikleri zaman benzersizliklerini, biriciklik-lerini fark ederek kendileri olabilir, kendilerini gerçekleştirebilirler.
Bu, tarihsel olarak kamusal alandan dışlanmış kadınlar için özellikle önemlidir çünkü onlar, bir yandan burada ikincilleştirilmiş ama öte yandan bütün olumsuzluklara ve sınırlamalara rağmen kente dahil olma haklarını zorlamış; yaratıcılıklarını verili sınırlar içinde kullanabilmek, kendilerine alan açabilmek için çeşitli stratejiler geliştirmişlerdir. Fatmagül Berktay, bu durumu Bizans Konstantinopolis'inden ve Osmanlı İstanbul'undan iki örnekle açıklar.
Bizans'ın kadınları ve ikona kırıcılık
8. ve 9. yüzyıllarda Bizans imparatorları merkezi iktidarlarını güçlendirme çabalarının da bir parçası olarak ikonoklazma hareketini merkezden yaymaya başladılar. İkona kırıcılığa direnerek ikona tapımının geri getirilmesinde ise İmparatoriçe Teodora ile İrene'nin payı büyüktü. Theodora, ikona kültü taraftarlarını şiddetli işkence cezalarına çarptıran ikona karşıtı imparator Theophilos'un (829-842) karısı olmasına rağmen Theophilos'un annesi Euphrosyne ile işbirliği yaparak ikonoklazmaya karşı mücadele ediyordu. Hatta haremin gözden uzaklığından da yararlanarak Theophilos'un zindana attırdığı ikona taraftarlarını harem tarafından kaçırdıkları bilinmekteydi.
Bu durum, çoğu kez, araştırmacılar tarafından "kadınların 'doğaları gereği' hurafelere, batıl inançlara daha yatkın olduğu" gibi irrasyonel açıklamalar üzerinden anlamlandırılsa da, daha çok katmanlı bir okuma bizi farklı sebep-sonuç ilişkilerine götürür: Kadınların kamusal alana katılımının kısıtlanmış olduğu Bizans'ta ikona tapımı kadınlara kendi özel mekânlarında istedikleri biçimde ve papazların, kilisenin -ve devletin-aracılığı olmadan dinsel inançlarını uygulama olanağı sağlamaktaydı; dolayısıyla ikonoklazma aslında onların oluşturdukları bir özerk alana karşı tehlike oluşturuyordu. Ve bu mücadelede, ilginç bir biçimde, sokaktaki sıradan kadınlar ile soylu imparato-riçeler, hatta gelinler ve kaynanalar işbirliği yapmaktaydı!
Kent: İktidarın görünür olduğu yer
Fatmagül Berktay'ın konuşmasında vurguladığı diğer bir konu ise, kentin özgürlüğün mekânı olduğu kadar iktidarın mekânı, görünür kılındığı yer olmasıydı. Örneğin Sultanahmet'teki At Meydanı yalnızca at yarışlarının yapıldığı bir yer değil, aynı zamanda imparatorun halka göründüğü, halkın da onu gördüğü yerdir. Bu anlamda iktidarın meşruluğunun kurulduğu yerlerin bu tür kamusal mekânlar olduğunu söylemek mümkündür (burada hemen akla gelen bir örnek, "devlet benim" sözüyle ünlü Fransa Kralı 14. Louis'nin düzenlediği saray ziyafetleri ve tiyatro gösterileridir.)
Osmanlı dönemindeki şehzade sünnet düğünleri, çeyiz götürme alayları, düğünler, bayram alayları vb. kamusal törenler de aynı bağlamda düşünülebilir. Bunlar, halk ile yöneticilerin birbirlerine göründükleri, iktidarın görkem ve baskısını hissettirerek meşruluğunu sağladığı yerler, olaylar olagelmiştir. Bu törenlerin önemli bir özelliği de kadınların görece serbestçe ortaya çıkabildikleri zamanlar olmasıydı. Berktay'ın, 19. yüzyılın ilk yarısında İstanbul'u ziyaret eden Julia Pardoe'nun anılarından alıntıladığı bir bölüme bakalım:
"Bu dostum, şenlik izlemeyi seven kadınlardan bir kaçının, şenliğin son iki gününde, araba kiralayabilecek para bulabilmek için, evlerinin damlarındaki kiremitleri.......sattıklarını anlattı."
Bu ve benzer örneklerden de anlaşılacağı gibi, kadınlar var olan sınırları zorlamayı, bu sınırlar içinde mücadele etmek için çeşitli stratejiler geliştirmeyi biliyorlar; ama 19. yüzyıl sonu İstanbul'unda artık sınırları zorlamakla yetinmiyor, bizatihi sınırları kaldırmaya çalışıyorlardı.
İnas Darülfünunu
20. yüzyıl başında -özellikle 1908 sonrasında- İstanbul'da kadınların asıl mücadelesi sınırları kaldırmak; şeriatla yönetilen bir toplumda kamusal alana çıkmak, dışarıda çalışmak vb. hakları, yani "kent hakkını" talep etmek noktasında oluyor. Fatmagül Berktay'a göre bu konuda en çarpıcı örnek, İnas Darülfünunu'nun kurulmasıdır. 1914 yılının şubat ayında, kadınların yüksek tahsil yapma talebi sonucu olarak, Darülfunun'da kadınlar için ek dersler konuluyor, aynı yılın eylül ayında ise İnas Darülfünunu açılıyor. Elbette burada da gene "sınırlar" mevcut: Kızların kendilerine ayrılan mekânlardan dışarı çıkmamaları ve kıyafetlerinin "milli terbiye sınırları içinde" olması bekleniyor. 1. Dünya Savaşı sırasında bina sıkıntısı yaşanınca, yer yokluğundan, Zükûr Darülfününu'yla birleşme fikri doğuyor; bu durumda kadınlara ya İnas Darülfünunu'na devam etme ya da erkeklerin de aldığı ek dersleri vererek Zükûr Darülfünunu mezunu sayılma olanağı tanınıyor. Şükufe Nihal Hanım bu şartlarda (ek dersleri vererek) Darülfünun'dan mezun olan ilk kadın oluyor. Bu süreçte karma eğitim de tartışılmaya başlanıyor. Bu konuya son noktayı, kendilerine ayrılan dersleri boykot ederek erkek öğrencilerin derslerine giren İnas Darülfünunu'nun kadın öğrencileri koyuyor. Bu bağlamda siyasi iradenin desteği de oldukça önemli, öyle ki, boykota karşı çıkan Darülfünun müdürü Maarif Nezaretince azlediliyor.
Sonuçta, 16 Eylül 1921'de İnas Darülfünunu kapatılıyor ve 1921-22'den itibaren karma eğitime resmen geçiliyor. Kadınların tıp fakültesine giriş hakkı ise 1923 yılında tanınıyor.
Öte yandan, her zaman olduğu gibi, mekânsal duvarların aşağıya çekilmesi manevi duvarların yukarıya çekilmesiyle dengelenmeye çalışılıyor. Öyle ki, "harekat-ı gayri afifane," yani iffetsiz davranışlarla suçlanan kız öğrencilerden ceza alanlar, hatta okuldan uzaklaştırılanlar oluyor. Daha önceleri somut duvarlarla birbirinden ayrılan kadınlar ve erkekler artık kamusal alanda bir aradadırlar, ama bunun sonucunda -"toplumun genel ahlakının ve kadınların iffetinin" korunması ezeli kaygısıyla- iki cinsiyet arasındaki "görünmez" duvarlar ve manevi sınırların vurgulanması gerekmiştir. Ayrıca, cinsiyet rollerinin değişmemiş olduğunu -ve değişmemesi gerektiğini- işaret etmek de erkekler açısından özel bir önem taşımaktadır. Nitekim, kadın öğrencilerin düzenli not tutma alışkanlığı, "cinsiyetlerinden kaynaklanan" bir durum olarak doğal karşılanırken, "en müşkil mebahise" akıl erdirebilmeleri ise -takdirle karşılanması gereken bir durum olduğu belirtilmekle birlikte- "hayret verici" bulunmaktadır.
Fatmagül Berktay İnas Darülfünunu örneğinden yola çıkarak, Harvey'in yaratıcı yıkıcılık" kavramının ve "sonuçların yaratıcı mı, yıkıcı mı" olduğu sorusunun önemini bir kez daha vurgular. Saint Simon, "Hiçbir toplumsal düzen, var olan düzenin içinde yeni şeyler belirmeden değişmez," der.
Berktay bu noktada kadınların kent hakkını talep etmelerinin ve kenti "gönüllerine göre" dönüştürme çabalarının öneminden ve bunun, aslında bütün ezilenlerin ve sömürülenlerin kent hakkını talep etmesiyle örtüştüğünden söz ederek daha fazla farklılık ve daha az sınırlamanın olduğu bir kamusal alan yaratma çabasının ne denli anlamlı olduğunu belirtir. Bunu, kadınlara tarih boyunca belli bir özgürlük alanı sağlamış olan ve Berktay'ın hâlâ bir "özgürlük alanı" olarak tasavvur ettiği İstanbul'da oluşturmaya çalışmak ise, ona göre, ayrı bir anlam taşır. Tıpkı 16. yüzyılda yaşamış Osmanlı şairesi Mihri Hatunun, ömründe ilk kez geldiği İstanbul'u görünce söylediği gibi:
"Yazık ki bütün ömrün Amasya'da geçmiş, aklın varsa gitme Konstantini'de kal şimdi..."(FB/EÜ)
* Fatmagül Berktay'ın konuşmasıyla ilgili yazı Toplumsal Tarih dergisinin Mart 2009 sayısında yayınlandı. Dergini bu sayısında Dünyada Tarih eğitimi başlıklı bir dosyanın yanı sıra Erden Akbulut'un "1966 Seçimlerinde TİP Propaganda Yönergesi", Veli Sevin ve Necla Arslan Sevin'in "Beş Bin Yıllık Boncuk ve Mücevherler" yazıları, haberler, 1908 Karikatürleri de yer alıyor. Tarih Vakfı'nca yayınlanan derginin fiyatı 6 TL.