Hürriyetin ön planda olduğu bir ailede yetişen Reyhane Cebbari’yi eğitiminden sonra parlak bir istikbal beklemekteydi. Mollaların kadınlara reva gördüğü toplumsal rollere inat, 19 yaşında olmasına rağmen mesleğinde ilk başarıları kaydetmekte, işine heves ve heyecanla sarılmaktaydı.
Derken gayet güvenilir ve saygın bir imaj sergileyen Morteza Abdolali Sarbandi’nin yeniden dekore etmek istediği ofisine davet edildi. Tuzağa düşürüldüğünü anladığında artık çok geçti.
Kendisine tecavüz etmeye kararlı görünen saldırgan kapıyı kilitlemiş ve Reyhane’ye kaçacak yer bırakmamıştı. Kendini korumak üzere ofisin mutfağında bulduğu bir bıçağa sarıldı ve Sarbandi’nin ölmesine sebep olacak darbeyi vurdu.
Sonrası, İran gibi dinî dogmalarla kuşatılmış bir diyarda, üstelik İran İstihbarat Bakanlığında çalışmış evli barklı bir erkek olan Sarbandi’nin namusunu temizleme çabalarının Reyhane ve ailesi için nelere yol açtığıyla alakalı.
Aslında ülkeye dışarıdan bakan bir göz sayılabilecek Steffi Niederzoll’un yönettiği Tahran’da Yedi Kış (Sieben Winter in Teheran/Seven Winters in Tehran) adlı ödüllü belgesel yalnız nefes nefese izlenen bir film olmakla kalmıyor, Türkiye dahil gezegenin her köşesinde yaşanan benzer vakaları da layıkıyla hatırlatıyor. Kadın aslında kurbanken forslu birinin itibarını kurtarmak için fail haline getirilip cezalandırılıyor.
Çeşitli arşiv malzemesiyle kotarılmış, ses kayıtlarıyla desteklenmiş, gazetecilik damarı kuvvetli, duygusal gerilimi Reyhane’nin ailesiyle birlikte yaşayacağınız ibretlik bir belgesel.
Öğretmen deyip geçme!
Ergen öğrencilerine 20 yılı bulan bir süre boyunca cinsel tacizde bulunmuş tiyatro hocası ve okul yöneticisi Antonio Gómez ve Rubén Escartín hukukun tıkandığı noktalarda cezalandırılmamayı başarmışlardan. Eğitim kurumundaki iktidarlarını öğrencilerinden istediklerini elde etmek üzere ustalıkla kullanan, genç kızların ergenlikte tavan yapan cinsel meraklarını sömürerek bunu eğitimin bir parçasıymış gibi gösteren art niyetli öğretmenlerin ataerkil düzen sayesinde, meslektaşları dahil ortamdaki tüm kadınları nasıl pasifize ettiklerini de görüyoruz.
Katalan sinemasının tecrübeli yönetmeni Isabel Coixet Sarı Tavan (El Sostre Groc/The Yellow Ceiling) adlı belgeselde yıllar boyunca İspanya‘yı meşgul etmiş vakayı insan psikolojisinin derinlikleriyle temas ederek irdeliyor. Vaziyetin bir cinsel taciz meselesi olduğunun ayırdına çok geç varan, öğretmenlerin emellerine alet edilen tek kişi olduğunu sandığı için susmuş, utanmış, korkmuş birçok kadın geç de olsa yaşadıklarını kamera karşısında birbirleriyle paylaşıyor.
Maziyle birebir bağlantı kurmamıza imkân tanıyan arşiv görüntüleri bizi bilhassa Antonio Gómez’in şirinlikleri ve mütemadiyen yaymaya çalıştığı erotik aurayla, öğrencileriyle yaşıtmışçasına yakın olmasına imkân tanıyan dinamiklerle, tiyatro eğitiminin hayatla ve bilhassa bedenle içi içe geçen girift pratikleriyle karşı karşıya getiriyor.
Aradan yıllar geçtikten sonra filmin kahramanları olan genç kızlar artık gayet bilinçli kadınlar olarak meseleyi derinlemesine tartışıyor, yönetmen Coixet estetik ve şiirsel dokunuşlarla ödüllü filme teselli sayılabilecek katarsis misyonunu başarıyla yüklüyor. Ne de olsa bürokrasi ve hukuk sistemlerinin hantallığı ve boşlukları sayesinde ceza almamayı başarmış Gómez okuldan en sonunda uzaklaştırılabildiğinde prestijini yitirmek istemeyen kurumdan yüklü bir tazminat almakla kalmıyor, Okyanus ötesine geçerek benzer bir okulda icraatına devam edebileceği şekilde kendine yeni bir istikbal tasavvuruna girişebiliyor.
“Kadın olmak istiyorum”
Eşcinsel olmanın, cinsel tercihini toplum içinde muhtelif biçimlerde teşhir etmenin, karşı cinsin kıyafetlerine bürünüp bilhassa sokakta dolaşmanın suç haline getirilmiş olduğu gerici bir döneme dönüyoruz. Mevzu hakkında birbirinden tesirli filmlerle kabiliyetini ıspatlamış Sébastien Lifshitz yeni filmi Casa Susanna ile tekrar çiçek açıyor.
Toplumdaki özgürlük nüvelerini hissedip ahlak fırtınaları estirmeye girişmiş ABD’nin otoriter ve muhafazakâr yöneticileri, Türkiye’ye de hızla zenginleşmenin ve bereketin dönemi gibi birebir yansıtılmış cilalı 50’li yılların sonundan belgeselseverlere bir kez daha arsızca sesleniyor.
Filmde birbirinden kiç saç modeli ve kıyafetlerle toplumsal estetiğe damgasını vurmuş klişeler kadın kılığına girmek isteyen erkeklerin şeklini şemailini belirlerken baskı mekanizmalarının karşı cinsin kimliğini en azından bir süreliğine özümsemek isteyenleri gizliliğe sevkettiğini görüyoruz.
New York eyaletinin dağları arasında, Catskills’de yer alan sığınak vasfındaki Casa Susanna trans kadınların ve kadınlığa özenen erkeklerin kısa süreliğine de olsa rahat etmelerini sağlıyor. Toplumsal hayatta eziyet gören, şiddete maruz bırakılan, polisin hışmına uğramış birçok erkek kendilerine sunulan bu olağanüstü fırsatı değerlendirmek suretiyle mutlu oluyor.
Belgeselde birbirinden renkli arşiv görüntüleri, anılarını yıllar sonra anlatanların röportajlarıyla harmanlanırken karşımıza gayet dokunaklı olduğu kadar eğlenceli bir tablo çıkıyor.
Casa Susanna’ya gelme ihtiyacı olan birçok erkeğin aslında toplumun gözünde itibarlı, yalnız mesleğiyle değil mazbut aile yaşantısıyla da hürmet gören insanlar olduğunu idrak ediyoruz. Saklanmaya belki o yüzden de daha fazla ihtiyacı olan bu zatların Casa Susanna’ya bazen gizlice, bazen de eşlerinin eşliğinde geldiğini öğreniyoruz.
Kocasının fantazilerini inkâr etmeyip ona “Eyvallah” diyen, belki demeyince onu kaybedeceğini bilen “hoşgörülü” ve “ilerici” kadınlar eşlerine verdikleri destek yetmezmiş gibi, cinselliğin yeni nesiller üretmekten çok daha öteye varabileceğini de kulağımıza fısıldıyor gibiler…
(MT/EMK)