Bu sene 36. kez düzenlenecek İstanbul Film Festivali'nde belgeseller yine önemli yer tutuyor. Türkiye yapımı eserler Ulusal Belgesel Yarışmasında yarışırken, etkinlikte dünyanın çeşitli ülkelerinden birçok belgesel görme şansımız da olacak.
İstanbul Film Festivali'nin belgesel sinemayı ve belgeselcileri desteklemek amacıyla düzenlediği Ulusal Belgesel Yarışmasının Jüri üyeleri son Venedik Film Festivaline Liberami (Kurtar Beni) adlı yapımla katılan Federica Di Giacomo, geçen sene düzenlenen DOK Leipzig'den ödüllü Ötekiler belgeselinin yönetmeni Ayşe Polat ve hafızalarımıza Saroyan Ülkesi filmiyle kazınmış olan Lusin Dink.
Federica Di Giacomo'nun Venedik'ten Orizzonti ödülllü Kurtar Beni adlı filmi İstanbul Film Festivali kapsamında Türkiye seyircisiyle de buluşacak.
Aşağıda etkinliğin uluslararası programında yer alan üç belgeseli kısaca tanıtmak isterim.
Son Samuray
Japonya ve dünya sinema tarihinin en değerli yönetmenlerinden Akira Kurosawa'nın uzun yıllar boyunca ilham kaynağı ve fetiş oyuncusu Toshiro Mifune'ydi. Birliktelikleri 50'li ve 60'lı yıllarda birbirinden önemli ve başarılı birçok eserin ortaya çıkmasını sağlamıştı. Kılıç düellosunun ön planda olduğu chanbara adlı dönem filmlerini dönüştürerek Japonya toplumundaki baskının karşısına bireyselliği çıkardılar.
Mifune'nin uzun yıllara yayılan inişli çıkışlı kariyerinde Kurosawa ile yollarının niçin ayrıldığı pek anlaşılamadı fakat usta yönetmenin, kendisinden önce vefat eden oyuncu hakkındaki şefkatli sözleri aralarındaki derin bağın ispatı.
ABD doğumlu tecrübeli yönetmen Steven Okazaki Mifune: The Last Samurai'da zengin arşiv görüntülerini ustalıkla kullanıyor. Hedonist özelliklerle de tanınan Mifune'nin oğullarından biri de dahil olmak üzere çeşitli yakınları ve meslektaşları, canıgönülden sevdikleri aktör için saygı ve hayranlık dolu sözler sarf ediyorlar. Özellikle beraber çalıştığı aktrislerin minnet duygularını ifade ederken ki yoğunlukları görülmeye değer.
Mifune: Son Samuray adlı film prömiyerinin yapıldığı Venedik'ten sonra ABD, Japonya, Birleşik Krallık ve Tayvan'daki festivallere katıldı, ABD'de genel gösterime bile girdi. Anlatıcı görevini üstlenmiş olan Keanu Reeves'in yumuşacık sesinin yanında, Martin Scorsese ve Steven Spielberg gibi ünlü simalar filme "Amerikan" havası vermiyor değil, fakat Japonya sinemasının o gayet parlak döneminin baskın enerjisi bizi kesinlikle sarmalayıp uzak diyarlara sürüklerken insanlık hakkında düşünmemizi de sağlıyor.
Anarşist
Silahların sadece güvenlik kuvvetlerinin elinde olup hoyratça kullanılmasından gına gelmişti genç adama. İsyan duyguları kabarmış, bir şeyler yapması gerektiğine kesinlikle inanmıştı; dünyayı kurtarmasa da gidişatı değiştirecek kıvılcımları ateşlemeye karar verdi. Halka açık kütüphanelerde bulduğu muhtelif kitaplardan topladığı silah ve patlayıcı bilgilerini derledi, fikirlerini bir manifesto halinde ekleyerek Anarşist'in Yemek Kitabını yayımlattı. 60'lı yılların hararetinin bir dışavurumuydu 19 yaşındaki William Powell'ın naif çabası, ilerleyen yıllarda yalnız kendisi ve ABD'nin değil, tüm dünyanın başına bela olacaktı…
Geçtiğimiz yıllarda seyrettiğimiz en çarpıcı belgesellerden Vivian Maier hakkındaki filmin iki yönetmeninden Charlie Siskel'in son eserinin adı Amerikalı Anarşist.
Siskel film boyunca Powell'ı provokatif bir şekilde sıkıştırarak ahlakî bir hesaplaşmaya zorlarken kahramanını zaman zaman sinir ediyor. Binlerce insanın canına mal olan birçok saldırının perde arkasında kitabının olması yazarını tabii ki ortaya çıkardığı "şey"i sorgulamaya itiyor, lakin evli barklı ve hayatı düzene girmiş bir burjuva olmasına rağmen hâlâ anarşist ruhunu koruduğu hissine kapılıyoruz.
Film, Venedik'te başlayan yolculuğunu aralarında Chicago, Viyana, Stockholm, New York, Selanik ve Vilnius Festivallerinin de olduğu birçok etkinliğe katılarak sürdürüyor, yakında ABD'nin bazı bölgelerinde gösterime girecek.
Bir önceki filminin seviyesine ulaşamasa da zıpır yönetmen Siskel'in American Anarchist'le şiddet, iktidar ve düzen hakkında hepimizi derin derin düşünmeye sevk ettiği kesin.
Safari
İnsanlığa ayna tutarken sınırları zorlamayı seven Avusturyalı usta yönetmen Ulrich Seidl bu kez de karşımıza hayvan haklarıyla ilgili bir film çıkarıyor. Beyaz insanın ırkçılığını, "üstünlüğünden" kaynaklanan iktidarını korumaya yönelik kararlılığını, gaddar zevkleri için kendini kısıtlamaya hiç niyeti olmadığını adeta iliklerimizde hissediyoruz. Sömürgecilik dönemiyle özdeşleşmiş bir alışkanlığın azgın kapitalist dönemde rahatça sürdürüldüğüne şahit oluyoruz, üstelik gezegende faaliyet gösteren binlerce hayvan hakları kurumuna rağmen!
Çok da köklü bir geçmişe sahipmiş gibi görünmeyen burjuva ailesi fertlerinin, nesli tükenmekte olan hayvanlardan kocaman bir zürafayı öldürünce dışa vurmaları beklenen coşkudan bile mahrum olduklarını görüyoruz. Provokatör sinemacı Seidl kahramanlarının özel hayatına sızarak, şımarıklık ve arsızlıklarını cömertçe teşhir ediyor. Safari adlı 91 dakikalık yapım bazı seyircileri zorlayabilir, ne de olsa hayattan sıkılmış bazı insanların, Afrika'nın sıcağında zamanlarını daima dolu dolu geçirmeleri beklenemez, zürafanın kesildiği sahneler de cabası!
Seidl'ın filmi de ilk olarak Venedik'te görücüye çıkmıştı, Toronto, Bergen, Zürih, Londra, Tokyo, Taipei, Mar del Plata, Rotterdam, Helsinki, Groningen, Belgrad, Selanik, Columbia, Sofia, Vilnius ve Odense'ye uğrayarak başarısını devam ettiriyor.
Yönetmen ırkçılığı afişe ederken kendi ırkçılığını dışa vurdu diyenler de var. Safari belgeseli Seidl'ın kurmacadaki becerisini gösterdiği Aşk Üçlemesi kadar eğlenceli de sayılmayabilir, fakat aynı geminin içinde seyahat eden insan denen yaratığın gezegeni ve kendini tüketirken çoğu dinamikte benzer metotlar kullandığı kesin. Avlanmış bir hayvanın beynini çiğ çiğ yiyen "hizmetkâr" Afrikalı'nın gözlerindeki parıltıyı yadsımayın!
Festivalin programına buradan ulaşabilirsiniz. (MT/EKN)