Fotoğraf: Anadolu Ajansı
İstanbul Atatürk Havalimanı Serbest Bölgesinin adının “İstanbul İhtisas Serbest Bölgesi” olarak değiştirilmesine dair Cumhurbaşkanı Kararı 20 Şubat 2020 günlü Resmi Gazetede yayımlandı. Serbest Bölgeler Kanununda Cumhurbaşkanına “Türkiye'de serbest bölgelerin yer ve sınırlarını belirleme” ile sınırlı yetki verilmesine ve Kanunda “İhtisas serbest bölgesi” tanımı olmamasına karşın alındı bu karar.
Biz o tarihlerde COVID-19 sürecinin “kelle paçayla önlenir”, “tuzla gargara da önemli”, “salgın bizim üreticiye yarar” ve “ama zaten Türk geni dünya salgınından büyüktür” aşamasındaydık.
Yeni adıyla İstanbul İhtisas Serbest Bölgesi olan alanın işletmecisi de unvan değişikliğine dair açıklama yaptı. Açıklama şöyle: “1990 yılından bu yana İstanbul Atatürk Havalimanı Serbest Bölgesi adıyla faaliyetlerine devam eden İSBİ'nin ünvanı, 19 Şubat 2020 tarihinde yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle İstanbul İhtisas Serbest Bölgesi olarak ismi değiştirilmiştir. İstanbul İhtisas Serbest Bölge Kurucu ve İşleticisi A.Ş., 1990 yılında faaliyete geçmiş olan ve hazine arazisi üzerinde yer alan İstanbul İhtisas Serbest Bölgesi’nin kurucu ve işleticiliğini Bakanlar Kurulu kararıyla 1 Temmuz 1996 tarihinden itibaren 40 yıl süre için yap-işlet-devret modeline göre almış olup, bu konudaki sorumluluğunu başarı ile yürüten bir özel sektör kuruluşudur. İSBİ A.Ş., Dinamik Grup şirketler grubunun bir parçasıdır”.
Şirket, unvanının değiştiğini daha önceden biliyordur ihtimal, ama 19 Şubat günlü Resmi Gazetede böyle bir duyuru yoktu. Yine 1990 yılında faaliyete geçen bölgenin 1996 yılında nasıl “kurucusu” olunabiliyor, onun da vardır bir inceliği, ama ben bilemiyorum.
Bu arada COVID-19 da sınırdan bir sızma harekatı yapmış, gümrük muhafaza ve sahil güvenliği aşarak yurda sokulmuş ve 10 Mart itibariyle de tespit edilmişti. Dünya Bankasının “pandemi kredisi” açıklamasıyla ilk hastanın tespiti üst üste gelince kimi çevreler gülmüştü. Ancak ortada gülünecek bir durum yoktu; durum ciddiydi. O kadar ciddiydi ki Türkiye’de COVID-19 konulu ilk mevzuat düzenlemesi, hasta tespit edildikten sonra 13 Mart 2020 günü “Kamu görevlilerinin yurtdışına çıkışının yasaklanması” hakkında oldu.
“Korona günlerinin” yaklaşık bir ayı dolmuşken “İstanbul’un iki yakasına sahra hastanesi” yapılacağı açıklandı. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca hastanelerin “kendi imkanlarımızla” yapılacağını duyurdu. Ancak bu hastanelerin günün birinde sağlık turizmi için de kullanılmasını istediklerini söyledi.
Ancak tam bu günlerde CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel salgın bahane edilerek, adı sahra hastanesi konularak inşaatlar için ihaleye çıkılmadığını, işi alan Rönesans Holding’in bir ay önceden “işe başladığını” söyledi.
İdare değilse bile şirket ihaleye çıkmıştı, Rönesans Holding ihale ilanı vermişti.
İşin adı: Yeşilköy Sahra Hastanesi hasır çelik ihalesi. İşveren firma: Rönesans Medikal. İhale tarihi: 5 Nisan 2020. İhale usulü: İngiliz usulü ihale.
İhaleyi yapan şirket, usulü de İngiliz. Ne de olsa işin ucunda turizm var, dövizler var; bu da böyle olurdu ancak.
Gelelim işin o şirkete nasıl verildiğine? Gazeteci Çiğdem Toker sayesinde bütün memleket “21/b” denilince işin içinde bir “AliDibo” veya bir “AliCengiz” olmadı bir “dünya beşten, bizim beşli bütün dünyadan büyüktür” meselesi olduğunu öğrendi. Bu iş de öyle oldu anlaşılan. Ama işin güzel yanı, sıradan dönemlerde uygulanmasına imkan ihtimal olmayan durumlarda 21/b ile devasa işleri ihale eden idare, gerçekten bir 21/b’lik durumda (salgın hastalık) aslında 21/b’yi gerektirmeyen bir işi (sağlık turizmi), 21/b’ye sokarak bir kere daha ihale etmişti.
Üstelik malum şehir hastaneleri de “sağlık turizminin parlayan yıldızları” olması için yapılıyor, içine “kral süiti” bile yerleştiriliyorken, İstanbul-İkitelli-Başakşehir Şehir Hastanesi de tek kanatla da olsa açılmışken, ileride sağlık turizmi işine de girecekken yakınına bir “iş” daha yapılmasına ses çıkarmaz mı diye sorabilirsiniz? Çıkarmaz. Çünkü iki hastanenin de sahibi aynı. Başkası olsa “sözleşmemizde, bize tanıdığınız olanağı kamu eliyle veya daha uygun fiyata başkasına yaptırmayacağınızı taahhüt ettiniz” der, tahkime giderdi. O da İngiliz usulü olurdu üstelik.
Şimdi anladığımız o ki İstanbul İhtisas Serbest Bölgesinde, bir “sahra turizmi” hastanesi yapılıyor. Burası ileride bir sağlık serbest bölgesi mi olacak, hedef bu mudur, bilemiyoruz. Akıllarda meşhur “Palmiye Adalar” olarak bilinen, dünyanın en çok para yiyen ve çok fiyakalı biçimde iflas eden sağlık serbest bölgesi modeli varsa, gideceği yer de bellidir. Bize inanmazsanız, oranın ilk genel müdürü de “yabancı” değildir, kendisine sorulabilir.
Türkiye’nin sağlık turizmi potansiyeli yıllardır söylenir. Kapatılıp buharlaştırılan Kalkınma Bakanlığı da bunun “ham hayal” olduğunu anlattı durdu. Mesele şimdi yaşadığımız salgın değil, insanların seyahat edememesi değil. Sağlık ve benzeri pek çok hizmetin sınır aşan dijital tabanlı uzaktan erişimli uygulamalara dönüştürülmesi hedefleniyor. Dünyadaki gelişmiş ülkeler dijitalleşme nedeniyle ortaya çıkan işsizlerini “ithal” etmek istiyor. Teknolojilerini, işsizleriyle birlikte “satmak” istiyor.
Türkiye’nin talip olduğu bu pazarsa bilemeyiz. Sağlık turizmi diye yaşlı bakımı, kaplıca, saç dikimi, dişhekimliği alanındaki uygulamalar ve estetik operasyonlarsa (ki şu anda bu aşamada) içeriye bu kadar reklam yapmaya gerek yoktur. Bunun üstüne çıkılacağı zannını bizlerin anlayamadığı, ufkumuzun eremediği şanlı hedefler diye idareye anlatan hangi danışmanlık şirketleridir, kimlerdir onu da bilemeyiz.
Türkiye Büyük Millet Meclisinde şehir hastanelerine dair yine bir değişiklik yapılacağı günlerde, Sağlık Bakanlığı yetkilisi “şirketler buna karşı tahkime başvurmaz mı” sorusuna “Biz şirketlerle win win esasına göre çalışıyoruz” yanıtını vermiş.
Özetlemeye çabaladığımız karmaşada kazanan bizim “biz” dediğimiz memleketin çoğunluğu olmadığına göre, “win win” esasının kimler arasında bir üleşme hesabı olduğu sanırız açıktır.