Şu açıkça teslim edilmelidir ki, güç eşitsizliğinin ötesinde siyonist İsrail'in yürüttüğü savaş taktikleri, açıkça savaş ve insanlık suçudur. Siyonist İsrail Devleti'nin bütün yöneticileri ile savaş ve insanlık suçlarını işleyen askerleri, günün birinde, tıpkı Alman Nasyonal Sosyalistleri (Naziler) gibi, insanlık adına kurulan bir mahkemede yargılanmalı ve mahkum edilmelidirler. Bu, ilerici güçlerin hepsinin siyasi programına yazılması gereken bir taleptir. Fakat sorun ve işaret ettiği hakikat, bu ispatı gerekmeyen gerçekliğin birkaç perde arkasında gizlidir.
Kendini dinlerine bağlayarak kandıran baskı altındakilerin, ezilenlerin, "fundamentalist" değillerse eğer, bu yazının başlığını, kendilerine hayatta huzur verecek başka bir "inanış" bulamadıkları için sığındıkları, gerçek ıstıraplarını ve bu ıstıraba itirazlarını ifade eden dinlerine, özel olarak Yahudiliğe ve İslam'a saygısızlık saymayacaklarını, görünenin arkasındaki gerçeğin din kisvesi ile saklanamayacağına işaret ettiğini sezeceklerini biliyorum. Sorun, bir "ah çekme" olarak, ruhsuz dünyanın ruhu, kalpsiz dünyanın kalbi olarak, acı çeken Müslüman Lübnanlıların ve kendini dünyada sürülmüş hisseden Yahudilerin afyonu olarak, İslam ya da Yahudilik dini değil, siyonist İsrail Devleti ve Hizbullah'tır.
Savaşa giden yol
Lübnan'da Hariri suikastı gerçekleştiğinde, hedefe Suriye konmuş ve Ortadoğu'ya yeni düzen getirmek isteyenler Lübnanlıların renklerle ifade edilen "devrim"lerden birini gerçekleştireceğini ummuşlardı.
Beklenen olmadı, Hizbullah seçimlerde göreli bir başarı kazandı ve hükümete girdi. "Genişletilmiş Ortadoğu Projesi" adı altında iş gören yeni düzenciler, İsrail'i, yeni düzeni kurmaya yönlendirdiler. İsrail, bölgede "emperyalizmin ırkçı maşası" olarak, görevini anladı.
İsrail-Filistin sorunu söz konusu olduğunda bahane zaten mevcuttu. Hamas ve ardından Hizbullah İsrail askerlerini kaçırmasaydı da, "geçerli bir bahane" bulunacaktı. ABD Dışişleri Bakanı Rice'ın açıkça ifade ettiği üzere, İsrail'in Lübnan'a attığı bombalar ve öldürdüğü siviller, yeni düzeni sağlayacak! Gerekçe budur; İsrail, kendini savunduğunu ileri sürse de yaptığı ABD'nin -ve elbette iç çelişkilerini göz ardı etmeden vurgulamalıyız ki diğer emperyalist güçlerin de- ileri karakolluğundan başka bir şey değildir.
Siyonizm
Siyonizm, "Yahudi Sorunu"nun çözümü değil çözümsüzlüğüdür. Marx 'ın Bruno Bauer'in "Yahudi Sorunu" adlı makalesi üzerine yazdığı "Yahudi Sorunu Üzerine" (1843) adlı yapıtı şöyle biter: "Yahudilerin sosyal kurtuluşu, toplumun Yahudilikten azat edilmesidir." Burada kast edilen, elbette, Yahudilerin toplumdan sürülmesi değildir; açıkça bir Yahudi'nin Yahudi olarak sosyal kurtuluşunun dinsel temelde gerçekleşemeyeceğine işaret etmektedir. Kitabın ilk bölümlerinde, Yahudilerin (Hıristiyanlar ya da herhangi bir başka dinden olanlar gibi) politik kurtuluşunun, devletin Yahudilikten (Hıristiyanlıktan ya da başka bir dinden) azat edilmesinde olduğunu yazdığı gibi.
İsrail, bir din devletidir. Siyonizm, din temelli, ırkçı bir ideolojidir. Bugün İsrail içinde yaşayan bir Yahudi'nin politik ve toplumsal kurtuluşu, kendi toplumunu Siyonizm'den kurtarmakla başlayabilir. "Tanrı tarafından seçilmiş olduklarını" düşünen Siyonistlerin ve Yahudi Irkçılığına dayanan Siyonizm'in en başta Yahudi emekçiler olmak üzere, bütün diğer ırkçı ideolojiler gibi Yahudiler başta olmak üzere bütün insanlığa "katliam"dan başka vaat edebileceği hiçbir şey yoktur.
Lübnan ve Hizbullah
Hizbullah, Lübnan'da örgütlü bir Şii Partisi. Lübnan'da siyasi örgütlenme din temeline göre gerçekleşmiş durumda. Cumhurbaşkanı Hıristiyan, Başbakan Müslüman ve Meclis başkanı Şiilerden seçiliyor. Meclis de 64'er sandalyeyle Hıristiyan ve Müslüman azınlıklar arasında paylaşılıyor. Hiçbir din ya da mezhep nüfusun çoğunluğunu temsil etmiyor. Mecliste, Hıristiyan Maruniler 34 , Yunan Ortodoks Kilisesine bağlı olanlar 14, Yunan Katolik Kilisesine bağlı olanlar 8, Ermeni Ortodokslar 5, Ermeni Katolikler 1, diğer Hıristiyanlar da 1 sandalyeye sahipler. Müslümanlarsa, Sünniler 27, Şiiler 27, Dürziler 8, Aleviler 2 şeklinde sandalyeleri bölüşmüşler.
Hizbullah, din temelli bir parti ve her ne kadar Lübnan'da örgütlü olsa da evrensel mesajlar veriyor. Şii azınlığa dayandığı için İran rejimi ile güçlü ilişkilere sahip ve Suriye tarafından destekleniyor. İsrail, ne kadar kendi Tanrı'sına hizmet ettiğini ideolojik olarak ileri sürüyorsa, Hizbullah da o kadar kendi Tanrı'sının hizmetinde olduğunu düşünüyor.
Lübnanlıların sosyal özgürleşmesi de, toplumlarının çok daha çoğul olan dinlerinden kurtarılmasına bağlı, politik kurtuluşları da siyasal sistemlerinin dinlerinden bağımsızlaştırılmasından geçiyor.
ABD karşısında İran ve Suriye mi?
Son İsrail saldırılarına dair benimsendiği gözlenen temel tez şu: İsrail'in arkasında ABD, Hizbullah'ın arkasında ise İran ve Suriye var. Bu savaş, gerçekte ABD'nin Suriye ve İran rejimlerine karşı giriştiği bir savaş. Rice'ın açıklamalarından sonra, bu tezin gerçek dışı olduğu ileri sürülemez görünüyor. Ancak, bu savaşta, öncelikle İsrail'in ve devamla Hizbullah'ın, kendi Tanrılarına hizmet eden bu iki gerici gücün özgül önemleri dikkate alınmadan yapılacak her analiz, bölge halkları açısından "iyi-kötü", "saldırgan-mazlum" ikilemlerinin dışına çıkarak emperyalizmi ve onun bölgedeki işbirlikçisi olan gerici rejimleri hedef alan bir muhalefetin elini kolunu bağlayacaktır.
İsrail'in Lübnan saldırısı, bütün Lübnanlıları kuşatarak, Lübnan'da din temelli bir iç savaşı kışkırtmayı ve Hıristiyan azınlığa dayalı bir kukla Lübnan hükümetini başa getirmeyi amaçlıyor. Hizbullah'ın ise, "macera"dan öte bir amacının olup olmadığı meçhul. Lübnanlı Marksist siyaset bilimci Gilbert Achcar'dan aynen aktarmakla yetinebiliriz:
"Hizbullah'ın gerçek politik hesabının ne olduğunu bilmiyorum ama Lübnan'ı daha önce birçok kez istila etmiş olan İsrail'in büyük çaplı bir tepki göstereceğini kesinlikle bekliyorlardı. Bu nedenle, eylemlerinde önemli ölçüde 'maceracılık' var. Eylemlerinden doğacak risklerin bütün toplumu tehdit ettiği göz önünde tutulursa 'maceracılık' daha da belirgin olarak ortaya çıkıyor. Büyük askeri gücünü ve zalimliğini bildikleri İsrail'e karşı saldırıya geçerek büyük risk aldılar ve Lübnan halkı, bedelini kendi ödeyeceği yeni bir savaş ve istiladan Hizbullah'ı sorumlu tutabilir."
Acil talepler
17 Temmuz 2006 günü Lübnan Komünist Partisi, yaptığı açıklamayla, bölgedeki devrimci, ilerici, demokrat ve sosyalist güçlere de yol gösterecek şekilde şunları talep etti:
1- Acil ateşkes ilan edilmeli ve İsrail askeri harekatına son verilmelidir.
2- İsrail'in Lübnanlıları kendi hapishanelerinde esir tutmakta oluşu nedeniyle, her iki tarafın elindeki esir ve tutuklular sorunu üçüncü bir kanal üzerinden kapsamlı biçimde müzakere edilmelidir.
3- 1559 nolu Birleşmiş Milletler kararının uygulanması bir ulusal diyalog sorunudur. Lübnanlı siyasal ve kurumsal güçler, bu sorunu halletmek için dış müdahale ve dayatmalardan uzakta, ulusal birliği ve iç istikrarı koruyarak bilgece bir yol haritasını ortaya çıkartacaklardır.
Parti, acil ateşkesin sağlanması amacıyla bir uluslararası baskı yapılmasını, kan dökülmesini ve katliamları durdurmak üzere halkımıza gösterilecek dayanışmanın en iyi ifadesi olduğuna inanmaktadır.
1559 nolu Birleşmiş Milletler Kararı Hizbullah'ın silahsızlandırılması ile ilgilidir.
Şimdilik, İsrail saldırganlığı ve Hizbullah maceracılığı karşısında yapılması gereken, Lübnan halkını bu saldırganlık karşısında savunmak, İsrail'in saldırılarını derhal ve koşulsuz durdurmasını talep etmektir.
Bölgenin geleceği
Ancak, birileri kendi tanrılarına hizmet için "silahlandıkça" halkların katliamlarla daha çok yüzleşeceğini hiç ama hiç unutmamak gerekir. Zalimler, tanrının kılıcını kuşandıklarında, içtikleri insan kanı, yedikleri çocuk etidir. Binlerce yıl önce, gene aynı coğrafyada, bu böyleydi; bugün de, sınıflı toplumlar gerçeği değişmediği için, gene zalimler, gene tanrılarının kılıcını kuşanıyor, gene insan kanı içiyor, çocuk eti yiyorlar. Toplumsal ve siyasal kurtuluş, kılıcı tanrıdan alıp, halka vermekten geçiyor. İsrail ve Lübnan halkı bunu başaramazsa, sürüp giden acı, daha yeni başlamış demektir.
ABD, diğer emperyalist güçler ve bölgenin gerici ülkeleri, bu boğazlaşmayı bütün "zarafet"leriyle izlemekten geri durmayacaklardır. Bölgedeki mevcut güç ilişkileri dikkate alındığında, "Bir çıkış yok mu?" sorusu, özellikle devrimci ve ilerici bölge hareketleri açısından "umutsuz" bir soru gibi durmaktadır. Her şeye rağmen zor da olsa bir çıkış var, o da öncelikle başta İsrail olmak üzere, bölgedeki bütün dinsel karakterli-gerici iktidarları yıkmak, bölge haklarının iktidarlarını kurmak... (MBM/TK)