Bugün tüm dünya 360 km2 alanda 2,5 milyon Filistinli nüfusun yaşadığı Gazze'yi ve Filistin direniş güçlerinin Hamas öncülüğünde “Aksa Tufanı” adı altında işgalci İsrail'e karşı 7 Ekim'de başlattığı operasyonu konuşmaya devam ediyor.
6. gününe giren savaşın şüphesiz, tarihte yaşananların en vahşi, en kuralsızlarından biri olduğunu ve Filistin halkına dönük bir soykırımı temsil ettiğini söylemek mümkün. Bu savaşın durup dururken ortaya çıkmadığını herkes biliyor. Bu savaşın çatışmanın şu an geldiği yerdeki bir sonuç olduğunu ifade ederken, savaşın ortaya çıkardığı vahşete odaklanmak ve Filistin ya da İsrail’in kayıplarını saymak yerine esas olarak bu savaşa ön gelen birikimin ne olduğuna bakma gereği üzerinde durmak istiyorum.
Savaş neden şimdi?
Bütün emperyalist güçlerin İsrail’in apartheid yönetiminin işgalci karakteri ve Filistin'in yaklaşık yüzde 85'ini işgal ederek oluşturduğu yeni alanlara yeni yerleşimciler yığması karşısında sessiz kaldığını biliyoruz. Üstelik Birleşmiş Milletler'in (BM) 1948'den bu yana Filistin'e yönelik kararlarının hiçbirini tanımayan İsrail’in bununla da kalmayarak uyguladığı terörle Filistinleri dünyanın gözü önünde nasıl katlettiğini ve nasıl hiçbir kuralı tanımadığını herkes biliyordu.
Ancak özellikle son dönemde kurulan yeni Netanyahu hükümetinin, Netanyahu’nun kendisi de dahil olmak üzere ırkçı, yobaz, dinci ve Siyonist bakanlarının uyguladığı politikalar bardağı taşıran son damlalar oldu.
Bardağı taşıran damlalar
En başta her gün yeni yerleşim birimlerinin oluşturulması, öte yandan her gün sadece Gazze'ye değil tüm Filistin'e, tüm Filistinli direniş güçlerine ve Filistin halkına yönelik olarak uygulanan terör, tutuklama, gözaltı, işkence gibi şiddet pratiklerinin rutinleşmesi ve daha da önemlisi bayram gerekçesiyle Mescid-i Aksa'nın İsrail güçlerince birden çok kez işgal edilmesi ve özellikle İsrail Ulusal Güvenlik Bakanı İtmar Ben Gavir öncülüğünde gerçekleştirilen baskınlar durumu çığırından çıkardı.
Ayrıca, son zamanlarda, özellikle geçtiğimiz Eylül’de Cenin Kampı'na yapılan baskınlar ve kampın hem hem alt hem üst yapısı yıkılarak onlarca Filistinli'nin katledilmesi ve tutuklanması bardağı taşıran diğer damlalar oldu. Elbette bütün bunlar olurken Filistinli direniş güçlerin bütünün, ve Gazze'de, Batı Şeria’da ve 67 öncesi ve sonrası işgal edilen topraklarda yaşayan Filistinliler'in bu saldırılara çok ciddi tepki gösterdiklerini ve İsrail güçleriyle çatıştıklarını da biliyoruz. İsrail’in saldırıları, Filistin muhalefetini ve giderek Filistin bütününü direnişe ve güçlerini birleştirmeye sevk ederken Oslo Antlaşması kapsamında Batı Şeria'da, Beytüllahim’de kurulmuş Mahmud Abbas başkanlığındaki Filistin Yönetimi'nin politikasına karşı bir duruşun oluşması da son derece önemli bir gelişmeydi.
İntifadalardan sonra ilk kalkışma
1. ve 2. İntifada'dan sonra ilk kez İsrail egemenliği altındaki Filistin bölgelerinde yaşayan Filistinlileri birleştiren köklü bir kalkışma gerçekleşti. İsrail şüphesiz bunu şiddetle bastırmaya çalışacaktı ve çalıştı da ama kalkışma yatışmadı. Ne var ki, özellikle Arap resmi yönetimleri ve dünyadaki tüm emperyalist güçler ve Birleşmiş Milletler Filistinliler’in ve direniş güçlerinin çağrılarına kulak tıkayarak, İsrail’in ihlallerine dönük hiçbir yaptırıma gitmeksizin, gidişat olağanmışçasına İsrail'in yanında yer alarak ve İsrail'i destekleyerek her zamanki politikalarını sürdürdüler.
Bunun Filistinliler için tahammül edilmez bir iklim oluşturduğu kuşkusuzdu. Bu gelişmeler ve giderek artan gerginliğe karşın İsrail 'in sürdüre geldiği şımarıklık ve Filistin'i ve direniş güçlerini bitirme politikaları kapsamında “Sukot (Çardaklar) Bayramı”nın son günü vesilesiyle 5 Ekim’de Mescid-i Aksa'yı işgal girişimi Filistin halkının bütünü açısından gerçekten çok ciddi bir infiale yol açtı.
Eşgüdüm arayışları
Bütün bu gelişmeler olurken, Filistinli direniş güçleri arasındaki istişarelere, bir araya gelişlere ilişkin haberler birbirini izlemeye başladı. Bu süreçte, gerek Beyrut'ta, gerekse Filistin, Ramallah ve Gazze'de başta Hamas ve İzzettin Kassam Tugayları olmak üzere, Saray-ı Kuds Tugayları, İslami Cihat Örgütü ve Abu Ali Mustafa ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Tugayları ve irili ufaklı tüm diğer silahlı güçlerin yanı sıra siyasi güçlerin de istişarelerde yer aldıkları, hatta sızdırılan kimi haberlere göre Beyrut'ta Lübnan Hizbullahı’yla yapılan görüşmelerde bir proje üzerinde durulduğu ve artık gidişata tahammül edilmeyerek İsrail'e mutlak surette tarihsel bir ders verilmesi gerekliliği üzerinde anlaşmaya varıldığı yaygın olarak paylaşılıyor.
Gazze tesadüf değil
Elbette, böyle bir savaşın Gazze'den başlamış olmasının nedenleri çok açık ve net. En örgütlü ve en donanımlı güçler olan İzzettin Kassam ve de Saray-ı Kuds ve Abu Ali Mustafa Tugayları’nın Gazze'de üslenmiş ve birlikte eşgüdüm içinde çalışmış olmaları Gazze’yi ister istemez sürecin merkezine yerleştiriyor.
Son kalkışmanın İsrail 'e ağır kayıp verdirme, en azından güç kaybettirme, burnunu sürtme ve yenilmez denilen ordusunun ve güvenlik güçlerinin kısmen de olsa yenilgiye uğratılabileceğini göstermek açısından 1973 Savaşı'nda Suriye'nin Golan Tepeleri'nin bir kısmını geri alması ve Kuneytra şehrinin kurtarılmasıyla verilmiş dersten sonra İsrail'e şu ana kadar indirilmiş en büyük darbe olduğunu söylemek abartı olmaz.
İsrail gafil avlandı
İddialara göre böyle bir kalkışmanın olabileceği istihbaratının aslında Mısır Güvenlik Güçlerinin kulağına çalındığı fakat bunları ciddiye almadığı söyleniyor. Ama sonuç ne olursa olsun baskın harekat İsrail 'in itibarını dünya çapında ve Arap ve Müslüman halkların yanı sıra tüm diğer halklar nezdinde yerle bir ettiği çıplak gözle görülebilen bir gerçek.
Şüphesiz, İsrail’in bu durum karşısında boş durması beklenemezdi. Eninde sonunda bir karşılık vermesi, bir taarruza geçmesi, bir yıkım savaşına, vahşete girişmesi bekleniyordu. Zaten daha önce de sık sık başvurduğu vahşetin zirvesine çıkarak bu darbenin acısını çıkartmanın bir yolunu bulması gerekiyordu. Aksa Tufanı’nın 6. gününde bu vahşet gözlerimizin önünde sergileniyor.
Savaş nereye kadar?
Şimdi sorulan soru, tartışılan mesele şu: Bu savaş gerçekten iddia edildiği ve özellikle direniş ekseni güçlerince ileri sürüldüğü gibi, başta Hamas ve diğer tugayların yanı sıra Hizbullah'ın, Suriye'nin, Irak'taki Haşd-i Şabi güçlerinin Yemen'deki Husiler'in ve tüm bunları destekleyen İran’ın eseriyse, nereye kadar tırmandırabilecektir? En çok tartışılan soru budur?
Aslında bu durum karşısında Avrupa Birliği’nin tek ses olması, Fransa, İtalya, İngiltere, Almanya gibi devletlerin İsrail'in yanında olduklarını ifade etmeleri, ABD'nin bölgeye, Akdeniz'e USS Gerald R. Ford (CVN-78) uçak gemisini göndermesi, ardından yeni savaş gemilerinin yola çıktığı haberleri, Afganistan'dan sonra Irak'tan da çekilmek zorunda kalan ve Çin, Rusya ve İran'ın bölgede giderek üstünlük kurması karşısında itibarı sarsılan ABD’nin itibarını onarma ve özellikle egemenliğini yeniden kurmanın bir fırsatı olarak savaşın bölgeye sıçramasının önüne geçmek amacıyla caydırıcı bir politika uygulamaya yönelişinin işaretleri olarak yorumlanabilir. Elbette bu “caydırıcı” politika şu ana kadarki açıklamalardan anlaşıldığı şekilde ABD’nin İsrail'in yanında, İsrail’i desteklemesiyla sürdürülüyor.
ABD'nin savaşın yayılmasından çıkarı yok
Savaş seyrinden, bölge ve özellikle Filistin üzerinden dünya ölçüsünde yeni bir kamplaşmanın şekillenmeye başladığını görüyoruz. Bu gerçekten bugün tartışıldığı biçimiyle bir bölge savaşına geçebilir mi? Bunun ifade edildiği kadar basit olmadığını söylemek gerekir.
Her ne kadar İsrail ile “normalizasyona” yönelen Arap resmi yönetimleri olsa da Arap halklarının ve dünya kurtuluş örgütlerinin tepkisi, bütün bölge komünist partilerinin yayınladıkları bildiri ve tutumlar göz önünde bulundurulur ve halkların Filistin halkını açıkça desteklemek üzere Yemen'den Irak'a kadar sokaklara dökülerek giriştikleri gösterilere bakılırsa, ABD 'nin böyle bir savaşı bölgeye yaymasının hiç de kolay olmayacağı, bunun da sonuç itibariyle süre giden Rusya-Ukrayna savaşını ciddi bir şekilde etkileyeceği ve savaşın merkezini giderek Orta Doğu’ya kaydıracağı görülecektir. Bütün bu nedenlerle ABD 'nin şu ana kadar izlediği politikalara bakıldığında giderek savaşı durdurmaktan yana olacağı, caydırıcılık için gereken lojistik desteği esirgemeksizin Mısır, Ürdün ve diğer Arap ülkelerinin bir arabuluculuk rolüne üstlenmelerine en azından yol vereceği ve bu konuda baskıda bulunacağı görülüyor.
Netanyahu ve İsrail gericileri savaşı yaymak istiyor
İsrail 'e gelince özellikle Netanyahu’nun gerek içerde karşı karşıya kaldığı toplumsal bölünme ve İsraillilerin aylardır kendisine ve hükümetine karşı sürdüre geldikleri protestolarını göz önünde bulundurulursa, Netanyahu'nun “yeni bir Orta Doğu'yla karşı karşıyayız” şeklindeki açıklamalarının aslında masayı devirme ve kendi durumunu manipüle ederek ABD'yi böyle bir savaşın fiili gücü haline getirmek üzere bir çaba içerisinde olduğu söylenebilir.
Ayrıca, Netanyahu, Gazze'ye hava saldırısı yanında bir kara savaşına girmeyi göze alacak mıdır? Bunun da kolay olmayacağı, olması halinde aslında bunun Gazze'yi ya da bugün savaşan Filistinli güçleri bitirmek gibi bir sonucunun olmayacağı ve “eğer İsrail bir kara savaşına girerse bölgedeki bütün ABD üsleri hedefimiz olacaktır ve buna asla izin vermeyeceğiz” açıklamalarından da anlaşılacağı gibi bu kez Lübnan'dan Hizbullah'ın, Irak'tan Haşdi Şabi güçlerinin, Yemen'den Husilerin harekete geçeceklerine kesin gözüyle bakılabilir.
İran caydırıcı rol oynuyor
Öte yandan İran'ın açıkça Filistin halkı ve Hamas 'ın yanında durmuş olmasının getirdiği ciddi bir caydırcılık olduğunu da bilmek gerekiyor. Sadece Lübnan Hizbullahı’nın İsrail 'in en ücra köşelerine kadar ulaşabilecek en az 300 bin füzeye sahip olduğu iddia ediliyor. Bu durum karşısında ABD 'nin bir bölge savaşına oradan da Ukrayna-Rusya savaşı ile birleştirerek bir belki bir dünya savaşına girişmesi beklenemez. Zira ABD buradan asla karlı çıkmaz.
Hatırlanacağı üzere 6 Haziran 1982'de özellikle İsrail'in, Lübnan'ı işgal ederek 40 kilometre derinliğinde bir tampon bölge kurmasının giderek yükselen Lübnanlı direniş hareketlerini doğurduğunu biliyoruz. 1983'te ABD öncülüğündeki deniz piyadelerinin Lübnan'a yaptıkları çıkartmaya Lübnan direniş hareketinin karşı koyması sonucunda 23 Ekim 1983'te 240’ı ABD deniz piyadesi, 58’i Fransız piyadesi ve 9’u farklı uyruktan siyasi ve sivil kişi olmak üzere toplam 307 kişinin katledilmesi hatırlardadır.
Bütün yorumcular ABD'nin bugün bütün bölgeyi hedefleyen ve bütün bu direniş güçlerinin karşı çıkabilecekleri bir felaket oluşturacak bir savaşa girişmesinin son derece zor olduğunda birleşiyor. Dolayısıyla evet, ABD’nin İsrail'i ikame etme, bölgenin bütününe yeniden hükmetme hedefiyle elinden geleni yapmak üzere bölgede çok yönlü çabalara girdiğini göreceğiz.
Direnişin kozları
İsrail Siyonist yönetiminin Netanyahu ve en uç sağcı, dinci güçlerin ittifakıyla başlatmış oldukları savaşı aslında bir yerde durdurmak zorunda kalacakları genel olarak paylaşılan bir kanaat.
Bunun başlıca nedeni bugün Hamas'ın elinde olan rehineler. İkincisi kullanabileceği 130 km menzili bir füze cephaneliğine sahip olması. Bunun yanında İslami Cihat Örgütü ve diğer tüm Filistinli güçlerin sadece Gazze'de değil Filistin'in dört bir yanında işgal edilmiş topraklarda bir arada harekete geçmesi olasılığı. Dahası, Lübnan cephesinde Hizbullah'ın zaman zaman İsrail’e bir mesaj niteliğinde yönlendirdiği füzelerin varlığı. Şu ana kadar Suriye cephesinde IŞİD’e karşı savaşan Hizbullah, Iraklı tugaylar, Filistinli güçler ve İran güçlerinin varlığının İsrail’i tedirgin ettiği biliniyor. Perşembe günü Şam ve Halep havalimanlarını vurması, bir yeni cephenin Suriye topraklarından açılması olasılığı dolayısıyla özelikle güçsüz düşen Suriye’ye bir uyarı olarak görülebilir.
İki devletli çözüm
Bugün İsrail’in ne Türkiye'nin arabuluculuğuyla ne de dünyada aslında başkasının topraklarını işgal ederek ve burada hakimiyet kurarak bekasını sağlama şansının olamayacağı, tek çözümün Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını kullanarak ve Birleşik Milletler Güvenlik Konseyi kararlarını hayata geçirerek özellikle başkenti Kudüs olan bir Filistin devleti ve bir İsrail devletinden oluşan iki devletli bir çözüm olduğu genel kabul görüyor.
Bundan sonra artık ne Oslo Antlaşması'na geri dönüş imkânı olacak ne de önümüzdeki süreçte savaş ne kadar uzun sürerse sürsün, İsrail bütün sivilleri vurmaya ne kadar devam ederse etsin iki devletli çözüm dışında İsrail’in kendi istikrarını ve güvenliğini sağlayabileceği başka bir formül olacak.
Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak
Ve şu ana kadar aslında İsrail havalimanlarının bir kısmının kapatılmış olmasına karşın İsrail'den dışarıya doğru ciddi bir göç hareketinin başladığı, artık İsrail'de yaşamak güvenli olmadığından ötürü de İsrail başka bir çözüme yönelmek zorunda. Savaş elbette duracaktır ama sonucun eski müzakerelerde gündeme geldiği şekliyle kalmayacağı ve anlaşmaların bu anlaşmalara benzemeyeceğini bilmek gerekiyor.
Bu haksız savaşa karşı bütün özgürlükçü güçlerin bölgede ve dünyada Filistin halkının kaderini tayin etme hakkı yanında durduklarını ilan etmelerinin ve emperyalizme karşı bir cephenin kurulmasının zamanı geldi ve geçiyor. Filistinli güçler meşrepleri ne olursa olsun sonuçta bütün dünyaya bu çağrıyı yapıyorlar ve Filistin halkının soykırımına karşı, Siyonist, apartheidçi yönetime karşı durmak insani bir görevdir. Türkiye'nin ya da diğer resmi Arap devletlerinin iki tarafı eşitleyerek bir çözüm önermesinin zamanı artık geçmiştir.
Yeni bir dönemle, yeni siyasi dengelerle, aslında yeni bir bölge coğrafyasıyla, en azından bölge siyasi haritasıyla karşı karşıya kalacağımızı bilerek taraf olmanın zamanı ve yeri geldi geçiyor. Bütün kurtuluşçu, özgürlükçü güçler için yüzyıla yakın bir zamandır bu özgürlük mücadelesini, sürdüren Filistin halkının yanında durmak dışında bir seçenek kalmamıştır.
(BK/AEK)