İngiltere'deki Nottingham Üniversitesi'nden Dr. Lauren McLaren ile ortaklaşa yazdığımız akademik makale Government and Opposition dergisinin gelecek sayısında yayınlanacak. Makalemizde 20. yüzyılın son çeyreğine kadar sosyal ve iktisadi göstergeler açısından aralarında büyük benzerlik bulunan ve ordunun siyasetteki yerinden tutun da Batı Avrupa'yla ilişkilerine kadar diğer pek çok alanda da benzeşen üç ülkeyi; İspanya, Yunanistan ve Türkiye'yi mercek altına aldık ve şu soruya cevap aradık: Türkiye neden diğer ikisi kadar demokratik bir ülke değil?
Elbette bu üç ülkeyi demokratikleşme bağlamında yan yana koyup karşılaştırmayı akıl eden ilk insanlar biz değiliz. Siyaset biliminde O'Donnell, Schmitter ve Whitehead'in editörlüğünde 1986'da yayımlanan çok yazarlı derleme eserden bu yana Akdeniz ülkelerini demokrasiye geçiş yahut demokratikleşme bağlamında karşılaştırmalı incelemeye tutan birçok değerli çalışma kaleme alındı. Bizlerse, bu çalışmaların öne çıkanlarından da yer yer faydalanarak, üç ülkenin demokratik gelişim konusundaki farklılıklarını iki temel faktöre bağladık: Otoriter dönem tecrübesi ve siyasal elitler arası ilişkilerin niteliği. Üç ülkenin -Türkiye'nin gün itibariyle öbür ikisinden ayrı bir yerde durması neticesini doğuran- demokratikleşme deneyimleri arasındaki farklılıkları izah etmekte kullanılagelen kimi harcıâlem açıklamaları da kendimizce safdışı ettik.
Bendenizin makalemize ilişkin bu yazıyı kaleme alma ihtiyacı hissetmesi ise, sonbahardan itibaren Türkiye'de siyasetin ana konusunun yeni anayasa olacak olmasından kaynaklı. Bahsi geçen üç ülkenin farklı demokratikleşme deneyimleri yaşamasında anayasa yapım süreçlerinin büyük etkisi var. Başka bir deyişle, Türkiye'nin günümüzde demokratikleşme düzeyi açısından İspanya ve Yunanistan'dan farklı bir yerde durmasında, 1961 ve 1982 anayasalarının yapım şeklinin diğer iki ülkenin askeri rejim sonrası anayasalarının yapımından çok farklı olmasının önemli payı var.
"Dersler" çıkarmak gerekli
Buradan günümüze dair bir takım "dersler" çıkarmak gayet olası ve hatta gerekli, zira bir demokrasinin "kalitesi" konusunda asıl belirleyici etmen anayasanın içeriği değil, nasıl yapıldığı. Elbette içerik de çok önemli, ancak günümüz Türkiyesine dair lafı uzatmadan söylemek gerekirse, en azından AKP ile CHP'nin uzlaşmasıyla yapılmayan bir anayasa Türkiye'yi bugünkünden daha demokratik bir ülke haline getirmeyecek. Burada "en azından" ifadesinin altını çizmek gerek, zira MHP ve BDP'den birinin de mutasavver uzlaşının parçası olması (gerçekçilik adına, ikisinin birden olamayacağını varsayıyorum) demokrasinin altyapısını güçlendirecek. Şahsi tercihim BDP'dir, ama bu tabii başka bir konu.
Demokratik haklar yaşamsal hale geldi
İspanya, diktatör Franco'nun 1975'te ölümünden sonra hızlı bir demokrasiye geçiş süreci yaşadı ancak bu sorunsuz olmadı, söz gelimi ordu 1981'de bir darbe girişiminde bulundu. Üstelik 1970'lerin sonunda bir yandan ülke ekonomisi ciddi sorunlar yaşıyor, diğer yandan Bask ayrılıkçı hareketi şiddet eylemlerini tırmandırıyordu. Ancak hem 1936-39 arasındaki iç savaşın hem de onu takip eden Franco diktatörlüğünün bedeli ağır olmuş, yüz binlerce insan ölmüş ve soldakiler başta olmak üzere siyasi hareketlerin büyük çoğunluğu ya ezilmiş ya sindirilmişti. Bu da ifade ve örgütlenme özgürlüğü başta olmak üzere demokratik hakları hem siyasi liderler hem de kitleler için yaşamsal hale getirmişti.
Demokrasiye geçiş sürecini yöneten, Kral Juan Carlos tarafından Başbakanlığa atanan Adolfo Suarez'in ve sosyalist ve komünist muhalefet liderlerinin uzlaşmacı tutumları da süreçte son derece belirleyici oldu. Yeni anayasayı yapmak üzere bir kurucu meclis seçildikten sonra, Ponencia adında, 7 kişilik bir komite oluşturularak taslak yazımı işine girişildi. Suarez'in, temsilciler meclisi seçimini kazanan partisi Demokratik Merkez Birliği (DMB) Ponencia'da 3 kişiyle temsil edilirken Sosyalistler, Komünistler, Katalan milliyetçileri ve Frankocu sağı temsil eden parti de birer sandalyeye sahipti. Yani Bask siyasi hareketi dışında ülkedeki bütün önemli akımlar temsil olanağı bulmuştu.
Bununla beraber bir noktada görüşmeler tıkanma raddesine geldi. Kilise ile devletin ilişkileri konusunda sağ cenah tarafından verilen bir önerge solda tepkiyle karşılandı ve Sosyalist Parti görüşmelerden çekildi. Her ne kadar DMB ile Frankocular istedikleri maddeyi geçirecek bir güce sahip olsalar da, (buraya dikkat) sol ve bölgesel partilerin desteğinden yoksun bir anayasanın yeni rejimin meşruiyetini sarsacağı gerekçesiyle DMB ile Sosyalistler anlaşmazlığa çözüm bulmak için bir lokantada buluştular. Ertesi sabah, laiklik konusunda hassas olan Sosyalist Parti'nin boşanma, kürtaj ve laik eğitim gibi başlıklarda (keza işçi sınıfının hakları gibi başka önemli konularda da) içine sinecek bir uzlaşma sağlandığı ilan edildi. Süreç boyunca Suarez ile Sosyalist ve Komünist partilerin liderleri arasındaki dostane ilişkiler de olumlu rol oynadı. Türkiye'de ise liderlerin "miting performansları"na bakılacak olursa, aralarında dostça ilişkiler hele bu noktadan sonra nasıl kurulabilir, tabii merak konusu...
Tek adam, meşruiyet sorunu yarattı
Yunanistan'da 1974'te Albaylar Cuntası'nın iktidarı Konstantin Karamanlis'e bırakmak zorunda kalmasının ardından yaşanan demokrasiye geçiş süreciyse İspanya'daki kadar "şık" olmadı, ama gene de başarılı oldu. Bir kere 1946-49 arasındaki iç savaş, onu izleyen otoriter rejim ve bu rejimi takip eden askeri diktatörlük (1967-74) boyunca yaşananlar, İspanya'dakine benzer bir şekilde, demokrasiyi siyasal elitler ve halk için yaşamsallaştırmıştı. Ancak cuntanın devrilmesinden sonra demokrasiye geçiş sürecini bir "tek adam"ın, Karamanlis'in yönetmesi, dahası kurucu meclis seçiminde oyların yüzde 54'ünü alan Karamanlis'in partisi Yeni Demokrasi'nin meclisteki koltukların yüzde 73'ünü alması kısmi bir meşruiyet sorunu da yarattı.
Anayasa taslağını neredeyse bizzat Karamanlis'in yazması da buna eklenince merkez sol PASOK'tan, diğer merkez partilerinden ve Komünist Parti'den şiddetli itirazlar yükseldi. PASOK lideri Papandreu yeni anayasanın bilhassa yürütmeyle ilgili kısımlarının "totaliter" olduğunu ve iktidara gelince anayasayı çöpe atacaklarını, yeni bir kurucu meclis seçimi düzenleyeceklerini söyledi. Ancak PASOK zamanla ılımlılaştı, sisteme entegre oldu ve 1981'de iktidara gelince geçmişte yapacağını söylediklerinin pek azını yaptı.
Türkiye'de ise 1960-61 ve 1980-83 arasındaki askeri rejimlerin süre, şiddet ve baskı bağlamında İspanya ve Yunanistan'ın otoriter dönemlerinden görece daha yumuşak olması eziyet gören insanların oranını nispeten düşük tutarken, paradoksal biçimde demokrasinin kökleşmesine engel oldu. Demokrasi ne halk için yaşamsallaşabildi, ne de siyasi liderlerin, aralarındaki sorunların demokratik çerçeve içinde çözülmesi gerektiği anlayışını bir asgari müşterek olarak içselleştirmeleri mümkün oldu.
1961 Anayasası'nın yapım sürecinden dışlanan DP'nin varisi olan Adalet Partisi'nin, 12 Mart kavşağında bu anayasaya ve onun getirdiği rejime sahip çıkmaması, dahası anayasanın özgürlükçü hükümlerinin budanmasına ön ayak olması buna örnektir. Keza 1982 Anayasası'nı sözüm ona hiçbir parti sahiplenmiyor ama ne 29 yıldır bu anayasanın yerine yenisi yapılabildi, ne de kriz dönemlerinde (söz gelimi ordunun siyasete müdahalelerinde) partiler ortak tavır alabildi. Sözün özü, yeni anayasa AKP anayasası olursa, Türkiye'de ne demokratik bilincin ne de demokratik rejimin şuradan şuraya bir adım atması mümkün olabilir. (BC/AS)