Bir aşınma türünden, karakter aşınmasından söz edeceğiz; bugünlerde hemen anlaşılacağı gibi İsmet Özel'den. Bir zamanlar solcu bile görünmüş olan bu karakterde, arkadaşlarının o günlerde gördükleri başat özellik egosantrizmdi. "Ben" merkezlilik, şiirinin de kurucu öğesiydi. "Ben" demeden konuşamaz, yazamaz, düşünemez; demese kaybolacağını sanan bir düşkünlük haliyle kullanırdı "ben"i. Buradaki "ben"in gönderimi aynı zamanda "sen" değildi, Yunus Emre'deki "beni bende demen" gibi, Behçet Necatigil'deki "buben" gibi, insana yüce ya da zavallı hallerini gösteren "ben" değildi, somut bir benlik dayatmasıydı. Mecazi bir yanı yoktu, ta kendisiydi. "Ben İsmet Özel/ Şair/ 40 yaşında/ Ben yaşarken oldu her şey" diyordu. O yaşarken o benliğin bin türlü haline tanık olduk.
Son Türk önderi...
Herkesin "biz" olmaya mahkûm edildiği bir kültürde bir başkaldırı bile bulmuştuk bu "ben"de. Saflık bu ya, bunun şizofreninin beşiği olan "kadir-i mutlak" benlik türü olduğunu, psikanalizin "okyanussal benlik" dediği "ayna evresi"nin derin narsizmine takılıp kalma hali olduğunu ya düşünmemiştik ya da önemsememiştik, Türk olmayan herkese "ya asimilasyon ya katliam!" öneren zihniyetini bağıra çağıra söylemek için kanal kanal dolaşana kadar. Şimdi önemsenecek neyi mi var: Bu duyguya denk düşen ve kimi yerlerde eylemle beliren faşist ruh hali; Dolapdere'de, İzmir'de, asker cenazelerinde... "Gözetilecek çıkarları ve gerçekleştirilecek planları olan 'dünyevi kişinin' karşılaştığı kişiler otomatik olarak dost veya düşmana dönüşür" demişti Adorno. Çıkarcıya güç veren bir toplumsal ruh hali var. İsmet Özel adlı çıkarcı kişinin önerdiği Türklüğü de Müslümanlığı da asla uygun görmeyenler var ama bu ruh haliyle oynayacak araçlar var; kanallar. Televizyonlar, Ziya Gökalp'a, Nihal Atsız'a, Remzi Oğuz Arık'a, Erol Güngör'e ve dahi tüm Türk ve Müslüman ideologlara rahmet okutacak bu yeni Türkçü ideologun tüyler ürperten görüşleriyle bir reyting enerjisi edindi. İdeoloji, böylesini hiç görmemişti; az çok haysiyetini taşıyacak zihinlere ve karakterlere ihtiyaç duyardı eskiden. Şimdi amansız bir çaresizliğin çırpınışı içinde yeni bir yüz bulmuş ki, tam ibretlik.
Yeni dediysek, yeni biri değil; her durumda ideolojik modanın kılığıyla sahne alan o bildik eski. "İstiklal Marşı Derneği" adlı, Mehmet Âkif'ten daha Ersoy bir cemaatin kurucu başkanı ve (galiba, artık kabul edelim ki) ilk büyük Türk düşünürü. Önceki bütün tezleri, ulaşılan noktaları altüst ediyor hem de. Marş, "Korkma!" diye başlıyor kendi ulusuna. (Her ne hikmetse, belki de korkuyor sandığı ulusuna moral vermek için babacanca sesleniyor. Düşünüyor ki, "çocuk" ulus ya seviyordur dünyayı ya da korkuyordur. Bizim büyük düşünürse "Kork!" hatta "titre!", "yoksa yok olacaksın" diyor. Marş, "Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak" diyor; o, "eyvah sönüyor, derhal yetişin!" diyerek uluyor. Marş, "Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar" diyor, ayrım yapmadan. Ama kime sesleniyor? "Asrın medeniyet seviyesine" ulaşmayı hedefleyen bir topluma. Bizim düşünür, "Gavurun aklı olsaydı Müslüman" olurdu deyip kuru kuru gülebiliyor. Marşın şairi, o yılların ırkçı zihniyetiyle Türk olmadığı, "Arnavut" kökeni yüzünden dışlandığı için kendini sürgün etmiş bir tutunamayandı; ama bu yeni ırkçı ve çıkarcı için bu anımsanmazdı bile. Onun megalomanisi zaten her gerçeğin üstünde.
Hayır, Napolyon sanmıyor kendini; ama son Türk önderi sanıyor olabilir: "Ey Türkler bu son nokta: Dünyayı Türk edelim, bizden olmayanı keselim!" Buna o kadar inanmış gibi söylüyor ki, dört kişinin katıldığı bir tartışma programının sonunda sunucu: "Program bitti; son sözünüzü söyleyin lütfen" dediğinde, hemen atılıp telaşla, "o zaman son sözü sadece ben söyleyeceğim" diyebiliyor.
Katıldığı tartışmalarda "bu kadar kabasına ve cahiline hiç rastlamamıştık" dedirtecek sözleri peş peşe sıralıyor. Deli mi acaba? diye düşündürüyor kimilerini. Nihat Genç, Yalçın Küçük ve benzerlerinin pabucunu dama fırlatıyor, "menem, diger nist" edasıyla. Ama unutuluyor, bunların deli olması da olanaksız. O kadar akıllarına hayranlar ki, bu hayranlıkta bilincin olmazsa olmaz bir parçası olan vicdana bir nefeslik bile yer kalmıyor. O yüzden asla Ezra Pound gibi çıldıramayacaklar. Pound, bütün kötülüklerin kaynağını tefecilikte, onu da Yahudilikte bulmuştu; bunlardan "arî" bir dünya arzuladı. Duygusunu, görüşünü inanca dönüştürdü. İnancının yanı başındaki vicdanla uyuşamayınca, başka deyişle arzusunun korkunçluğunu görünce, dayanamadı, çıldırdı. Çıldırmak için vicdan gerekirdi elbet. Akıl ile vicdan arasındaki çatışmada bir dayanak, bir açıklama bulamayıp ipleri koparmak, vicdanın bir intihar önerisidir akla. Ama bizim kurnazlarda mümkün mü bu; kendi akıllarını da vicdanlarını da kandırırlar. Çıldırmış halde bile Yahudi kökenli kurbanlardan özür diliyordu Pound. İsmet Özel'inse, Sivas 1993 katliamının ardından Sırp uçaklarını hatırlatmak nobranlığı dışında kılı kıpırdamadı.
Öyleyse, bunca insanlık deneyiminden sonra katliamı savunmak delilik değil, olsa olsa yeni bir oyundur. İnsanlık hakkında her şeyi ayağa düşüren kurnazlığın kuyruğu dışarıda kalmış zavallı bir oyunu. Bu oyunun son kahramanı da İsmet Özel. Daha önce de çok uğraşan olmuştu ama hiç kimse Türklüğü onun kadar çukura düşürmeyi başaramamıştı; rahmet okutuyor.
Cenazeye gitse ceset, düğüne gitse damat
Sol dünyada yaşayanlar bu karakteri iyi tanırlar; sık sık gelir giderler bu dünyaya. Bu karakter, cenazeye gitse ceset, düğüne gitse damat olmak isteyen şu meşhur narsist karakterdir. Karakter midir sahiden? Aslında, daha çok bir karakter aşınmasıdır; aşınma hızının bu denli yüksek olmasıysa, dönme hızından ve dönme alanının kısırlığındandır. Ülkede sığınacak ideolojik piyasa çeşitliliğinin az olmasındandır.
Bu tipler aslında bu ülkenin alışılmış fenomenleridirler. Her yeni kabarışın ortasına atılırlar ve kahraman rolünün en teatral oyununu oynarlar. Her dönemde yeni kılıklara bürünmüş, gülünç, "janjanlı" taklitleri kanalların yeni oyuncağı olur. Televizyonlar yeni bir aşındırma ve aşınma aracı bulmuşlardır: Fikri meczupluğun tutkuyu taklit ederken her şeyi anlamsız kılan gülünçlüğü.
Bu aşınmanın bir yönü de şöyledir: Örneğin geçmişte "Hangi dünyaya dönükse öbürüne sağır" diyebilen, kendini Marksist sandığı bir zamanlar dogmatikleri eleştirenler, şimdi ne yana dönerse dönsün her durumda haklı olduğunu suçluluk duymadan savunabilirler. Keskin dönüşlerinin çilesini çekmezler asla. Örneğin Ezra Pound gibi faşizm cephesinin yenilgisiyle susmazlar, çıldırmazlar, deliler koğuşuna kapatılmazlar. Ansızın başka bir yöne doğru dönüşlerinin çilesini de size çektirirler. Bu tipler, ideolojilerin kahramanı değil, yalnızca şarlatanıdırlar. Kahramanlık az çok bir akıl ve namus ister. Bunlar, bir zamanlar çok sevdikleri deyimle, "fikri namuslarını yitirmiş"lerdir. Yitirmek de bir erdem sayılır onların yanında; çünkü bir bakarsınız sanki hiç olmamışa dönüşür onlarda fikir ve namus.
Hayatını anlatmaya kalkıştıklarında nerdeyse her paragrafa "önce sosyalist, sonra Marksist olmanın bana sağladığı büyük imkân" diye başlarlar. Sonrasında "önce Müslüman sonra da Türk-Müslüman olmanın bana sağladığı imkân" diyeceklerdir. Günlerin rüzgârına göre konum alırlar; tribünlerin heyecanında ne pay kapacaklarına bakarak yaşayan fırsat avcısı çakal amigolardan olmuşlardır. Kendisi gibi düşünmeyeni ahmak sanacak kadar ahmaktır bunlar. Narsist kafalarının sudaki yansısını özgün düşünce sanırlar. Değişimleri sırasında "mevsimlerin insanlara ettiği fenalıklar"ı bile, bu demek zamanın zihinlere kurduğu ideolojik tuzakları bile kendi bedenlerine renk kılanların bukalemunluğu karşısında tiksintimizi saklamak çok zordur.Dönmek değildir tiksindiren; her dönüşünü büyük bir erdemmiş gibi sunacak kadar kendini kurnaz, alemi de aptal sanan bir zavallıya yönelik iğrenme, tiksinti... Bu duygu da fazla gelebilir bu zavallılığa; onları kendi hezeyan köpüğünde boğulur bırakmak daha doğru. Doğru ama Adorno'nun hatırlattığı gibi, bu türlerin bir tahakküm gücü varsa o da hükmedilenlerin boyun eğmesi yüzünden. Bizim de derdimiz onlarla. (MT/EK)