Normal, kendi halinde bir müslüman, bir gösteren olarak normalliğin silinip, İslamofobi’nin yerine geçmesiyle korkunun, tehditin, düşmanlığın hem öznesi hem nesnesi oluyor; güvenlik, ulusal birlik ve özgürlük kavramlarının sorgulanmasını da gündeme getiriyor. Bu gündem, kavramların sadece politik alanın- sıklıkla sağ görüşteki partilerin milliyetçi söylemlerinde değil, gündelik hayata dair pratiklerin yerini, sınırlarını da göz önüne almayı gerekli hale getiriyor.
Müslümanlığa [1] ya da belli bir etnik gruba -Cezayir sorunu [2]- dair genel bir gibi atfedilip, İslam’ın ve müslüman kimliğinin tanımı özcü yaklaşımdan ‘’yer alan maddi, özellikle de toplumsal çevreyi, iş bölümünü, karar yöntemlerini, yönetim ilişkileri ya da kültürel yönelimleri dönüştürerek değiştiren’’ edimci-bireye [3] kadar uzanıyor.
Edimcinin en önemli etkisi olan dönüştürüp-değiştirmek bir cihadçı olmak ya da Fransa’da çalışma hayatına katılan başörtülü müslüman bir kadının, işyerine girerken başörtüsünü çıkarması ya da çıkarmak istemediği için çalışmamasında görülebileceği gibi, müslümanlığın din pazarından ‘’seçilebilen’’ bir kimlik olması [4], post-sekülerlik bağlamında ise herhangi bir dini fikrin ya da pratiğin denenebildiği, farklı inanışların kişiye-özel olarak bir araya getirilip, ruhaniliğin tadılması [5] anlamlarına da gelebilir.
Ancak sadece müslüman olmanın ‘’farkı’’ ya da öne sürülen ‘’farklılaştırmanın’’ tanınması ya da yanlış tanınmasının karşılıklı etkileşiminin önümüze koyduğu en popüler, hem hedef gösteren hem de hedef gösterilen için her ne kadar ‘’irrasyonel’’ [6] bir korku olarak tanımlansa da, İslamofobi’nin gündelik hayatta ‘’rasyonel’’ bir pratik halini aldığı gözlemlenebilir.
2016 yılının Ekim ayında, Paris’in banliyösünde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yurt dışı faaliyetlerini Diyanet İşleri Türk-İslam Birliği (DİTİB) çatı kuruluşuna bağlı bir caminin Türkiyeli müslüman cemaatiyle yapılan mülakatlar, bu cemaati oluşturan birinci ve ikinci nesil göçmenlerin müslümanlığı ve müslümanlık üzerinden bir İslamofobi anlatısı geliştirirken, stigmaları, ‘’öteki’’ aracılığıyla nasıl tersine çevirdiklerini ortaya koyuyor
Bu, ‘’öteki’’ çoğu zaman eski ve tanıdık bir dilin unsuru -Batı’nın gözünden müslümanlar- olmakla beraber, diğer müslüman topluluklar da oluyor. Dolayısıyla, Türkiyeli müslüman göçmenler, İslamofobi’nin doğrudan hedef göstermeyen muhafazakarlığında (hangi müslümanlar?- tüm müslümanlar) sadece dini kimlikleriyle değil, ulusal kimlikleriyle de kendilerini ayrıştırıyorlar.
Avrupa’da meşruiyeti bozulan müslüman varlığı, İslamlaştırılmaya çalışılan bir Avrupa tahayyülüne dair öğelerle bezenmekte (Hollanda’da Wilders’ın seçim vaatleri, Trump’ın seyahat yasağı çıkarılan ülkeler listesi, Macaristan’da bir belediye başkanın çokkültürlülükten yola çıkıp müslüman kültüre açtığı savaş) göçmenlerin geçici süreli konuk-işçilikten kalıcı göçmen-vatandaşlığa dönüşümüyle paralel ilerleyen ‘’var olma’’ sancısına karşı hayatta kalma pratiğidir.
Bir görünmez, bir aşırı görünür olan müslümanlar, şüphesiz 11 Eylül 2001 yılında Amerika’da İkiz Kuleler’e yapılan saldırıdan sonra İslamofobi’yle gerek politik alanda üretilen, tekrarlanan söylemlere gerek de gündelik hayatta ötekinin bakışına maruz kalıyor (bu bakış aynı zamanda İslamofobi’nin; ırkçılık ve yabancı düşmanlığı başta olmak üzere birbirinden farklı fenomenler arasında hareket ettiğini gösteriyor).
Ancak, bütün bu olumsuz konumlandırmadan kurtulmak yine müslüman kimliğine tutunarak mümkün. Çünkü, bu kimlik özellikle ulusal kimlikle birleştiğinde, farklı toplumsal gerçekliklerin var olduğunu gösteriyor, dolayısıyla ‘’bize karşı diğerleri’’nde olan kamplaşmayı muğlaklaştıran bir alana işaret ediyor.
‘’Müslüman olduğunu’’ Fransa’da ‘’Fransızlar’’ ile karşılaştığında hatırlayan kendini ‘’yabancı’’ olarak tanımlayan- hem Türkiye’de hem de Fransa’da- çünkü ne yeteri kadar Türk[sic], ne yeteri kadar Müslüman ne de yeteri kadar Fransız olduğunu düşünen Türkiyeli Müslüman göçmenler, stigma haline gelen bu ‘’kalıcı’’ kimlikler [7], ötekiyle etkileşimde yeniden tanımlanarak, İslamofobi üzerinden- yeni stigma- kolektif hafızanın şimdiye dair ihtiyaçlarını karşılayan üretken ve olumlu bir anlatıya dönüşüyor. ‘’Türk’’ [sic] olmak, Fransa’da yaşayan göçmenler arasından ‘’çalışkan, uysal’’, diğer Müslümanlar arasından da ‘’sorun çıkarmayan’’ Müslüman olunmasıyla yeni bir toplumsal gerçeklik inşa ediyor. Hem ‘’Türk’’ hem ‘’Müslüman’’ olmak, İslamofobi’nin tüm oklarına karşı bir zırh haline geliyor. Bu zırh, acaba dışarıdan nasıl görünüyor? (IE/EA)
Referanslar
1 Bawer, 2006; Leiken, 2005; Asal, Mohammed, 2014:316
2 MacMaster,2003
3 Touraine,2002:233
4 Léger,1996
5 Utriainen, 2009:154,157
6 The Runnymede Trust Report, 1997
7 Kastoryano,2000:136
Görsel: The Muslim Vibe