Nerden bilebilirdi Erdoğan, “İslam devrimi” romantizmiyle yanıp tutuştuğu günlerdeki sicilinin “küresel reformculuk”a dümen kıvırmış ve artık Cumhurbaşkanlığına içi giden bir başbakanken siyasi rakiplerince suç kanıtı olarak yüzüne çarpılacağını.
28 Şubat sonrasında Necmettin Erbakan’ı terk eder ve AKP’yi kurarken Erdoğan bütün geçmiş hesabı bir seferde kapatabileceği umuduyla “değiştim” demişti. Ama, Danıştay’ın türban kararı, zinanın suç sayılması tartışması, Merkez Bankası başkanının atanması sırasında açtığı “mecelle” tartışması ve benzerlerinin de gösterdiği gibi, buna kendisi bile tam manasıyla inanamamışken siyasi rakiplerinin inanmasını beklemesi için fazla bir neden yok aslında.
Türk-İslam Hamleti: “Cumhurbaşkanı olmak ya da olmamak”
Doğrusu, Türkiye, ABD’nin dünya hâkimiyeti açısından, NATO’nun güneydoğu kanadında kilit bir rol oynuyor olmasa; ABD harp doktrinleri 1970’ler ve 80’lerde siyasi İslam’a Orta Doğu’da ve Müslüman ülkelerde Sovyet nüfuzu karşısında bir kalkan işlevi yüklemese, Suudi Arabistan krallığı petrol gelirlerinden gelen sınırsız serveti Washington hesabına bu siyasal İslam’ın her yerde, sola, sosyalizme, halkçılığa karşı seferber edilmesi için akıtmasa; bu bağlantıdan beslenen ticaret ve sanayi Türkiye'de de bir İslami sermaye grubunun oluşumunu hızlandırmasa, Tayyip Erdoğan’ın bugünlerde, devlet hizmetinde yükselmeyi umabileceği en yüksek görev, büyük olasılıkla İETT’de bir amirlik olurdu.
Ama tarihin cilvesi, siyasi İslâmı "komünizmle mücadele" adına gelenekçi kitleleri toplumsal mücadelenin uzağında tutmak üzere göreve çağırmak onları önceki elli yıl boyunca köşe bucak kovalamış cumhuriyetin laik seçkinlerine düştü. NATO'nun stratejik desteğiyle bütün İslam ülkelerinde politik temsil olanaklarının genişliğine de bağlı olarak nüfuzlarını artıran İslamcı politikacılar, her kriz döneminde hareket yeteneklerini geliştirerek politik sahnenin önlerine çıkmaya başladılar. Erdoğan’ın bu sürecin ürünü olduğundan kim şüphe duyabilir.
Ne var ki, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’dan çekilişi sonrasında Gülbeddin Hikmetyar, ya da Usame bin Ladin'i bugünkü konumlarına taşıyan küresel denklem NATO’nun kanat ülkesi Türkiye'de aynı şekilde çalışamazdı. Necmettin Erbakan'ın havsalasının almadığı, idrakte gösterdiği aczin bedelini rezil olarak ödediği küreselleşmenin yeni konjonktürünü doğru okuyuşları Tayyip Erdoğan ve AKP'yi oluşturan çekirdeği belki kendilerinin bile inanamayacakları bir hızla tek başına hükümete taşıdı.
Çok değil beş yıl önce "minareden süngü olur mu olmaz mı" davasındayken, Erdoğan şimdi artık bir nevi Türk-İslam Hamlet'i rolünde düşünüyor, düşünüyor, düşünüyor: Çankaya’ya, Türkiye Cumhuriyeti’nin tepesine yerleşmek için önünde kalan tek basamağı çıksın mı çıkmasın mı, çıkarsa nasıl çıksın? Onun yanıtını aradığı gerçekten de Danimarka Prensi’nin o ünlü sorusu: "To be or not to be!("Olmak veya olmamak!")
Sistemin sınırları
Erdoğan kendisine soruyor, partisine soruyor: Sezer’den boşalacak yere çıksın mı çıkmasın mı? Hemen mi çıksın, yoksa daha sonra, daha dolambaçlı bir yoldan mı? Acaba önden, eşinin başı bağlı olmayan Vecdi Gönül gibi birini mi çıkartsın Çankaya'ya ve böylece “laik tepkiler”i boşa alsın ve ardından üç tepesi de hükümet, cumhurbaşkanlığı ve TBMM- aynı partinin mensuplarınca fethedilmiş devletin bütün organlarını bir tek parti devletinde olması gerektiği gibi yekpare bir aygıtın eklentileri olarak yeniden düzenlensin de onun mu başına geçsin?
Erdoğan’ın kendisine kalsa, sonuncu seçeneği isterdi mutlaka, ama kalmıyor. Bütün bunlar eğer olabilse, oldurulabilse, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923-46 arasındaki yapısının tersyüz edilerek Türkiye’ye yeniden giydirilmesi demek olurdu. Becerebilseler, ellerinde olsa, tek parti hükümetlerinin, öncellerine, politik atalarına 1923-46 arasında layık gördüğü muamelenin aynısını Tayyip Erdoğan ve AKP liderliği bugünkü laik karşıtlarına layık görürlerdi. İçlerinin ta en derininden bunların zaman zaman geçtiğinden emin olabiliriz, ama ellerinde değil. Bunun önündeki engel, onların “değişmiş” olmaları ya da Deniz Baykal’ın parti grup toplantılarında her gün ata geldiği nutuklardan kapıldıkları korku değil, AKP’ye bugünkü politik konumunu kazandıran dünya konjonktürü ve içinde hareket etmek zorunda oldukları küresel uluslararası politik-ekonomik-askeri ilişkiler bütünü.
Türkiye dünyada tek başına olsa, AKP sınırlı politik üstünlüğünü, Türkiye’nin uluslararası kapitalist düzen içindeki rolünün sürdürülmesine sunduğu katkı dolayısıyla Brüksel ve Washington’dan edindiği onaya borçlu olmasa, ekonominin çarkları dönmesini uluslararası sermaye trafiğine ve uluslar arası kredi akışına borçlu olmasa Türkiye’nin CHP liderinin her gün yeniden çizdiği kıyamet tablosundaki gibi Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığında bir tür padişahlığa sürükleneceğinden, hilafetin geri geleceğinden kaygılanmak için hatırı sayılır bir nedenimiz olurdu belki.
Ne var ki, Irak’ın parçalanması ve Türkiye’nin Güneydoğusu’nun “bağımsız” Kürdistan’ın çekim alanına girmesini öngören en kötü durum senaryosu uyarınca icat edilmiş milliyetçi paranoyaya kapılanların gördükleri sanrının aksine “uluslararası topluluk”un böyle bir kaosu istemediği ve buna seyirci kalmayacağı ortada. Uluslararası sermayenin, cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısıyla oluşan, sahici bir toplumsal temelden yoksun gerilimler dolayısıyla Türkiye’nin bir darbe ya da bir çeşit iç savaşa sürüklenmesine rıza göstereceğini düşünmek gerçekçi olmaz. Sermeyenin Cumhurbaşkanlığı için en uygun bulduğu adayın Tayyip Erdoğan olmadığı da, onun Cumhurbaşkanlığını her ne pahasına olursa olsun önlemek için çabalamayacağı da ortada: TÜSİAD’ın ağzından açıkça söylediler: “Olmazsa daha iyi, olursa da ne yapalım!”
Antidemokratik Cumhurbaşkanlığı, oligarşik seçim
Ancak, 12 Eylül rejiminin süreklileştirilmesini sağlamak üzere diktatör yetkileriyle, yürütmenin başı olarak Anayasal güçle donatılan bu antidemokratik iktidar odağına, emekçilerin ve solun uhrevi bir anlam yüklemesi için de; halkın sözünün olmadığı, fikrinin sorulmadığı oligarşik bir seçim dolayısıyla Deniz Baykal’ın CHP’sinin peşine takılması için de bir neden yok.
Siyasi Gazete’nin bu sayısında Hüseyin Hasançebi’nin çok parlak bir biçimde resmettiği gibi aslında her Cumhurbaşkanlığı seçiminde nükseden bu kavga, gerçekte devletin ve yürütmenin elinde birikmiş olan aşırı kudret ve servetin yedi yıl boyunca hangi ayrıcalıklı kesimler arasında paylaştırılacağıyla, bir çeşit Bonapart yetkileriyle donanmış Cumhurbaşkanından hakem sıfatı altında kimleri kayırmasının beklendiğiyle ilgili. İslâmcılık ya da laiklik bunun bahanesi.
85 yıllık Cumhuriyet pratiğinin gösterdiği gibi Cumhurbaşkanı’nın kim ve ne olduğunun işçiler, emekçiler ve yoksulların refah ve mutluluk yolundaki çabalarıyla küçücük de olsa bir bağı olmadı hiç.
Ancak bu, gene de Cumhurbaşkanlığı dolayısıyla ortaya çıkan siyasi durumdan işçi hareketinin ve solun toplumsal ve politik mücadelelerini içinde yürüttükleri genel iklimin hiçbir şekilde etkilenmediği anlamına gelmiyor. Cumhurbaşkanlığı seçimleri bir bakıma sonbahardaki genel seçimler için temel ittifakların şekillendirilmesinin provası olacak. Bu bağlamda bir CHP-MHP kutbuyla, AKP-DYP kutbunun oluşmaya başladığını görmek mümkün.
Bu rekabetin kızıştıracağı milliyetçilik yarışının ötesine seslenen, kendisini her iki kutuptan da ayırt eden bir üçüncü kutbun anlamlı bir biçimde şekillenmeye başladığı Hrant Dink’in öldürülmesi karşısında baş gösteren kitlesel vicdani isyan dolayısıyla açıkça görüldü. Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci bu isyanın politik bir seçeneğe dönüşmesi için bir vesile olarak değerlendirilmeli. (EK)