İstanbul’da aylarca süren ev hapsinden sonra yıllardır görmediğim arkadaşlarımı göreceğimi de bildiğimden nerdeyse göbek atarak gittiğim Çanakkale koylarından birinde başladı yolculuğum. Kamp yaptığım bu motel, bir kavşak gibiydi. Pandemide normalleşme sürecine geçiş yapılmış, Türkiye’nin farklı coğrafyalarından gelen benim gibi yüzlerce insan evde kalmaktan bunalmış ve kendini deniz kenarına atmıştı. İşte o günlerde yıllar önce şehir yaşamını terk etmiş üç yeni arkadaşımla böylece tanıştım.
Önce bana neden şehri bırakıp köye taşınmıyorsun diye sordular. İstanbul’u terk edemeyeceğimi söyledim. Oysa böyle bir zorunluluğum yoktu. Yapmak istediklerimi sadece İstanbul’da yapabileceğimi düşünüyordum. Sonra içlerinden biri ormanda yaşadığını söylediğinde küçükken resimlerine hayranlıkla bakıp hayal kurduğum masal kitapları, televizyonda seyrettiğim o çok eski yabancı dizi Küçük Ev geldi. Ormanda yaşıyor oluşu bana o kadar büyülü geldi ki, ne olursa olsun onu ziyaret etmeliydim. Çoğu insana göre yeni tanışmış sayılırdık fakat davranışlarında, konuşmasında ve yaşama biçiminde adını koyamadığım bir yakınlık vardı aramızda. Hâlâ şehirde yaşayan biri olarak ben, birkaç yıldır yabanda yaşayan onun yanında kendimi ilk kez aynı anda doğaya bu kadar uzak ve yakın hissetmiştim.
Ormanda ilk gece
Ayrılacakları gün çadırımı topladım. Dört yetişkin, bir çocuk ve bir köpek hep birlikte bir Toros’a atlayıp ağaçların arasından köyleri tek tek geçerek sonunda bu cesur kadının yedi yaşındaki oğluyla yaşadığı ormana vardık. Tabii ki yolda “Haydi biraz badem toplasana” gibi bir şehir züppesine yapılacak espriler de yapıldı, tarımın zehirle yapılmasıyla ilgili çeşitli hikâyeler de anlatıldı. Ormandaki evine vardığımızda bu yolculuğa çıkmanın aldığım en iyi kararlardan biri olduğunun çoktan farkındaydım.
Nereye baksam yeşil. Nereye baksam çam. Bazen meşe. Çokça çam ibresi. Kahverengi. Bulutlar. Mavi gökyüzü. Rüzgâr. Rüzgârın sesi. Çamların sesi. Yavaş yavaş hava kararıyor. Arkadaşlarımız gidiyor. Biz iki kadın, bir çocuk bir başımızayız. Telefon yok, elektrik yok, tuvalet yok. Birden zifiri karanlık. Ormandaki ilk gecemde beklenmedik bir yaban sınavındayım. Onlar alışık, mışıl mışıl uyuyorlar. Ben gece boyunca köylülerin domuz kaçırmak için attığı tüfek seslerini duyuyorum. Avlanıyor da olabilirler, evin çevresinden ayak sesleri geliyor, bir hayvan mı yürüyor yoksa bir insan mı ayırt edemiyorum. Kulaklarım bir hayvanın kulakları, kalbim bir hayvanın kalbi, bu tüfek seslerini duyan hayvanlar da benim hissettiğim gibi hissediyor olmalı. Kalbim hızla çarpıyor, gözlerim bu zifiri karanlığa alışık değil, dışarı çıkmalıyım, bir tilki ile karşılaşırsam ne yaparım desem de korkarak tuvalet için dışarı çıkıyorum ve ilk kez o gece bir tilkiyle değil, yabanda kendimle bambaşka bir karşılaşma yaşıyorum.
Sabah, göz gözü görüyor ya iyiyim. Ah bu şehirliler. İnternette bir toplantı var, arkadaşımın köydeki arkadaşlarının evine gidiyoruz, orada internet var, akıllı telefonla toplantıya katılıyorum. Köyde yaşayan arkadaşlar da eskiden şehirde yaşayanlar. Kimse acele etmiyor, gündüz zehir atılmayan bir bahçeden meyve sebze de toplamıştık, yaşam sakin. Akşam mışıl mışıl uyuyorum.
Ben de nöbete geleceğim
Ertesi gün arkadaşım “Kazdağları’na nöbete gideceğim, sen istersen burada kal” diyor. Hayır diyorum, ben de gelmek istiyorum. Geçen sene gelememiştim. Bizi arabasıyla başka bir arazide kendi elleriyle yaptığı yurtta yaşayacak bir arkadaş gelip alıyor. Burada yaşayanlar evlerini ya kendileri ya da arkadaşlarıyla birlikte yapıyor. Yolda başka bir araziye daha uğruyoruz, orada da yine başka bir anne ve çocuğunu alıp Kazdağları’na doğru yola çıkıyoruz. Bizi nöbet alanına götüren arkadaşımız bana, “Sen de gel, bir dönüm tarlayı da sen ek” diyor. Bir dönüm dediği 1000 metrekarelik bir alan. Ben nasıl ekerim, ne anlarım, İstanbul’u nasıl bırakırım. Kafamda deli sorular çünkü bir yandan istiyor içim. Böyle bir dünyayı çocukluğumdan beri özlüyorum. Alakır’ı takip ediyorum, Kaptan Fantastik’i seviyorum ve şehirden henüz ayrılmamış olsam da ağaç ve insanı birbirinden ayırt etmiyorum.
Nöbetçilere ceza kesiliyor
Geçen seneden beri gıpta ile izlediğim Kazdağları Nöbeti’ne böylece dâhil oluyorum. Burada ev ve yuva arasındaki farkın bilincinde, birlikte yaşama pratiğini özümsemiş, madencilerin yaptığı katliam karşısında doğa ile kenetlenmiş arkadaşlarlayım. Jandarma dört bir koldan alanı ablukaya almış, giriş çıkışları sürekli kontrol edip pandemiyi bahane ederek salgın ormanda yayılabilirmiş gibi alana girenlere sürekli 3.180 TL’lik ceza kesiyor. Alamos Gold ve onun iştiraki Doğu Biga Madencilik’e ise bir ceza kesildiği yok. Ruhsatları yenilenmemiş olmasına rağmen alanı hâlâ tahliye etmeyen bu şirketlerin şimdiye kadar katlettiği ağaç sayısı 347.815. Kamu görevlileri, madencilerin bölgeyi tahliye etmesiyle uğraşması gerekirken yaşam savunucularının nöbeti bitirmesine ve nöbet alanını terk etmesine odaklanmış durumda. Oysa bütün Türkiye siyanürlü altın işletmesi projelerinin sağlığımızı ve geleceğimizi geç kalınırsa geri dönülemeyecek şekilde tehlikeye attığını biliyor.
Zenginlik hastalıktır
Neden diye soruyorum nöbetteyken. Neden göz göre göre yapıyorlar bunu? Neden bunca para peşinde koşmak? Daha iyi bir yerde mi yaşayacaklar? Daha güzel bir yerde tatil mi yapacaklar? Böyle bir yer kalacak mı? Sonunda salgından beter bir kâbusa uyanacağımızı bilmiyorlar mı? “Zenginlik hastalıktır” diye cevaplıyor bir yaşam savunucusu bu sıradan soruyu. Haklı. Yabandan kopmuş, bir ağacın meyvelerini başka canlılar ile paylaşmayı unutmuş bir insan türü var. Her sabah kalkıp 21. yüzyıla uygun olmayan bir zihniyetle siyanürlü altın projeleri üretmeye gidiyorlar ofislerine, işlerine. Yaşama değil ölüme yatırım yapıyorlar. Köylerden devşirecekleri işçilerin çocukları dağdan gelen zehirli suyu içip bu dünyadan göçüp gittiğinde Kazdağları’nın üstünün altından daha değerli olduğunu anlayacaklar. Üstüne üstlük kendi çocukları yargılayacak onları, başka kimse değil. Hâlbuki ne kadar güzeldir üç çocuğun kuş cıvıltıları içerisinde bağıra çağıra oynarken nöbet alanında hep birlikte sincapların yaşam hakkını savunmak.
Evde kalmayın, nöbete gelin
Ormanın zenginliğinin, doğurmak kelimesinden gelen Doğa’nın, yabanın sesini duymak, bir isimden başka bir şey olmayan Alamos Gold gibi, Doğu Biga gibi ya da Cengiz Holding gibi şirketlere karşı el ele yaşamı savunmak, insanın insan olduğunu tekrar hatırlamasıdır.
Şehri terk edip bütün canlılarıyla yabanı ve yaşam hakkını kucaklamak ile taşrayı terk edip toprağı sömüren ölüm tacirleri arasında bir seçim yapmamız gerekiyorsa Kaz Dağları’nda ve ülkenin dört bir yanında madencilerin yaptığı doğa katliamına hep birlikte dur demekten başka çaremiz yok. “Şifa” diyor bir yaşam savunucusu, “onu arayanın karşısına çıkar, şehirde para pul karşılığı şifa zirveleri yaparak şifa bulunamaz”. Evde kalmayın, nöbete gelin, ne de olsa bütün canlılar gibi tek ihtiyacımız nefes almak.
(NÖ)