Hürriyet’te 29 Aralık 2013’te çıkan ve Galatasaray Üniversitesi’ndeki Lion Queer Çalışmaları Grubu’nun kurulmasını anlatan “Aslan Queerler” başlıklı bir haber-röportaj beni hem çok mutlu etti hem de yakın geçmişe götürdü.
Reklamlarında her yıl Taksim’de yapılan Eşcinsel Onur Yürüyüşünün görüntülerini, günün muteber değeri “çeşitliliğe ve farklılığa” açıklığının bir kanıtı olarak kullanıp, hepimizin hürriyetinin sembolü ve belki de teminatı olduğunun altını çizen Hürriyet’in geçmişi, hemen hepimizin bilip hatırladığı üzere seksist, homofobik ve heteronormatif yayınlarla, eşcinselleri ve transları küçümseyen, marjinalleştiren, hatta onları “ortak” insanlıktan çıkaran, yazarları ve okuyucuları ile aynı ahlaki paydada buluşmasına imkan olmadığını ima eden laflar, hepsi birbirinden kötü(leyici) başlıklarla dolu. Biri Türk diğeri Alman iki erkeğin evlenmesinin yarattığı “infialden” tutun da, “travestilerin toplu iltica tehdidine” kadar, neler neler...
Bence bu sevimsiz Hürriyet sicilinin ağababasını 18 Nisan 2004 tarihinde Savaş Özbey imzası ile yayınlanan “Eşcinsellere isim dayanmıyor” başlıklı haber teşkil eder.
O günlerde henüz queer terimi çok yeniyken, buralarda pek kullanılmazken Boğaziçi Üniversitesi’nde “Queer, Türkiye ve Kimlik” başlığı ile bir konferans düzenleniyordu. Hem bu cesur organizasyonu yapanlar, hem de benim de dahil olduğum hevesli katılımcılar, heyecan ve mutlulukla “böyle bir şeyin” mümkün olabilmesini hayretle karşılıyor, üniversitemiz ile gurur duyuyor, rektörlük binasındaki konferans salonunda, yani üniversitenin kalbinde bu başlıkların ve konuların konuşulabileceğini düşünmekten bile memnun oluyorduk. Fikri bile güzeldi yani.
Derken bu haber yayınladı, sunum başlıklarından bazıları “Kız Tevfik'ten Hopçikiyaya'ya Queer, Aynada Tanıyamadığım Ben, Bülent Ersoy'dan Tarkan'a Heteroseksizmin İçinde Eriyenler, Kiralık Erkekler, Queer ve Üçüncü Dünya, Terso Hamleler, En Güzel Hadım Etme Biçimleri” falan denerek, katılımcılardan bazıları da “yazarlar, akademisyenler, öğrenciler, travesti Esmeray ve eşcinsel örgüt temsilcileri” diye ilan edilerek, o güne kadar ortak bir zeminde olmadığımızın defalarca tekrarlandığı Hürriyet yazar ve okurlarına duyuruldu.
Dedikoduya girmeyeyim, tam da bu yayın sebebi ve içimizdeki Hürriyetlilerin işgüzarlığı ile bazı küçük tatsızlıklar yaşansa da, o konferans yapıldı, bildiriler sunuldu, konuşmalar dinlendi, ilhamlar alındı ve fikirler paylaşıldı. En önemlisi, bir bayrak dikilmiş, bir kapı açılmış oldu.
Derdim eski defterleri açmak, ya da hepimizin bildiği üzere Türkiye basınının dilinin ne çatallı, ne kötü niyetli, ne kadar dışlayıcı, ötekileştirici olduğunu belgelemek değil. Bu baskıcı yapıları dönüştürmek merkezin de merkezinde, devletin tam da yanı başında konumlanmış, çok satan ve en önemlisi çok para kazanan bir gazetenin görevi değil de denebilir tabi. Zaten bu yazıyı yazmamın sebebi de dildeki, haber yapış tarzındaki değişimin, bunun da nasıl dışarıda olanlarla, kendine queer diyen insanların yaptıklarıyla ilişkili olduğunun altını çizmek. Hürriyet ve türevleri, cinsel azınlıkları on yıllar boyunca bu kadar pervasızca marjinalleştirmeseler, tecrübe ettiğimiz değişimi ve bunun hakkında nasıl konuşulduğunu da bu kadar açıkça görüntülemeyebilirdik belki de.
Alper Boralı, Radikal’de 2003 yılında, henüz pek de queer denmezken, yayınlanan “Eşcinsel akademi/yayıncılık” başlıklı bir yazısında eşcinsellik hakkında bir kaç romanın ve bir iki incelemenin yayınlanmış olmasının mutluluk verici olduğunu, ancak üniversitelerde açılacak (eş)cinsellik konulu derslere ve bu alanda basılacak yeni kitaplara ihtiyaç olduğunun altını çizmiş, yazısını da “cesur editörlere duyurulur” diye bitirmişti.
Herhalde cesurlarmışlar ki on yılda “isim dayanmayan” (yani “çok olan”) eşcinsellerden, “aslan” queerler’e gelinmiş. Ne güzel, ne mutlu...
Bu queerleşme çabasında büyük payı olduğuna inandığım, özellikle 2010’larda peş peşe yayınlanan cinsellik temalı inceleme kitaplarını görmemek, görmemezlikten gelmek pek mümkün değil.
Özellikle Cüneyt Çakırlar ve Serkan Delice’nin Cinsellik Muamması: Türkiye’de Queer Kültür ve Muhalefet (Metis, 2012), Sibel Yardımcı ve Özlem Güçlü’nün Queer Tahayyül (Sel, 2013), Berfu Şeker’in Başkaldıran Bedenler: Türkiye’de Transgender, Aktivizm ve Altkültürel Pratikler (Metis, 2013), Aras Güngör’ün Öteki Erkekler (Sel, 2013) ve Bawer Çakır ile Burcu Karakaş’ın Eşcinsellik Ofsayta Düşünce (İletişim, 2013) başlıklı kitaplarının önemi, yaptıkları etkinin derinliği şüphe götürmez. Cins Cins Mekan (Varlık, 2009), Cinsiyet Halleri (Varlık, 2008), Neoliberalizm ve Mahremiyet (Metis, 2011) ve İktidarın Mahremiyeti (Metis, 2011) gibi kitapların da katkısını gözden kaçırmamalıyız. Bu bağlamda, güncel queer kuramını etkilemiş iki yazar olan Judith Butler’in Cinsiyet Belası (Metis, 2008) ve Judith Halberstam’in Çuvallamanın Queer Sanatı (Sel, 2013) başlıklı eserlerinin çevrilmesine de şapka çıkarmakta sonsuz fayda var.
Her ne kadar Boralı’nın üniversite yayıncılığını sorumluluk almaya ve faaliyete çağırması karşılıksız kalmış gözükse de, cinselliği sosyal bilim ve toplumsal kuram dahilinde ele alan çalışmalardaki bu küçük, ısrarlı ve yaratıcı patlamayı değersiz kılmaya yetmez.
Burada Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi, belgesel sinemacı Can Candan’ın çektiği, Gaziantep Üniversitesi rektörlüğünce sansürlenmesi haricinde pek çok yerde engellenmeden gösterilen, ticari sinemalarda da kendine yer bulabilen, DVD’si piyasaya çıkan ve Hürriyet başta olmak üzere değindiği hikayelere yazılı ve görsel basında da genişçe yer verilen filmi Benim Çocuğum’a (2013) ayrı bir parantez açmak gerekebilir.
Queer, eşcinsel veya LGBTQI öznelerin pek de dile getirilmeyen, “mücadele ve kendini kurma” temalı hikayelerinde yer tuttuğunda sadece “kurtulunan baskı odağı” olarak görünen ebeveynlerin ya da çekirdek ailenin, yer değiştirip queer tarafa geçerse neler olabileceğini, oldukça samimi ve etkileyici bir dille anlatmasıyla hem aile gibi heteroseksüel kurumlaşmanın mihenk taşı bir birimin nasıl yerinden kıpırdayabileceğini gösteriyor hem de queer azınlık ile queer-olmayan çoğunluğun (Türkiye medyasının anlattığı aksi istikametteki hikayenin aksine) ortak bir duygu ve değer paydasında buluşabileceklerinin altını çiziyordu.
Türkiye basını, Benim Çocuğum belgeseli ile bir sınav verdi. Bence ikmale kalmadığını söylemek de zor değil... Tıpkı, çok yazılıp gösterildiği üzere, Gezi protestolarına ellerinde gökkuşağı bayrağı ile katılan queer bireylerin ve grupların adı konmayan anlık bir irkilmeyi takiben, kucaklama ve birliktelik duygusuyla kabullenilmesindeki gibi.
Sokak mı düşünceye yön veriyor, aktivistler mi kuramdan ilham alıyor, akademisyenler yaşayanlardan ve yaşananlardan mı yola çıkıyor, queer öznellik hangi anlarda, hangi fırsatlarda, hangi sıkışmalarda belirginleşiyor tam belli olmasa da; en azından bu son on yılda bir takım mesafelerin kat edildiğini söylemek, üniversitelerde önce lezbiyen ve gey daha sonra queer ya da LGBTQI kimliklerini ısrarla dile getiren öğrenci gruplarının, uzun süreli aktivist mücadelenin, yıllarca baskıdan ve yadırganmaktan korkmadan bu konuda çalışmayı sürdüren araştırmacıların, cesur yayınevlerinin ve editörlerin cinsel demokrasi yönündeki büyük katkılarının dile getirilmesi gerekiyor.
Geriye dönüp baktığımızda son on yılda ulaşılan tanınırlık ve görünürlük, Türkiye’nin bu süreçte daha demokratik ve daha özgürlükçü bir yer haline gelmediğini de hesaba katarsak hiç de az buz değil.
Bu da bizim gelecekten umutlu olmamıza, her şeye rağmen gülümsememize, daha çok konuşmamıza, daha çok dinlememize, anlamamıza, yürümemize olanak vermeli. İyi ki isimler dayanmamış, iyi ki yeni isimler bulunmuş, yeni kavramsallaştırmalar yapılmış, iyi ki eşit haklarda, görünürlükte ısrarcı olunmuş, iyi ki mücadeleden vazgeçilmemiş. (CÖ/ÇT)