Kaşık Adasının açıklarında geceleri lüfer, çinakop veya sarıkanat yakalamak için çapa atmış onlarca tekne karanlıkta ışıl ışıl parıldıyor. Çoğu sabit bir ışık saçsa da bazıları polis, jandarma, ambulans, itfaiye veya çekicilerin tepe lambalarına özenmişçesine muhtelif renklerde yanıp sönen ışıklarıyla kesinlikle dikkat çekmeyi başarıyor; üstelik bu yanıp sönmeleri gayet hızlı bir tempoya sahip ve LED ışığının göze saplanan şiddetiyle etkilerinin katmerlendiği de kesin.
Aynı adanın Burgaz'a bakan koyunda ise gecelemekte olan bilumum yelkenliler denizcilik kurallarını yok sayarak demirleme ışıklarıyla alakasız olanlarını yakmış, LED dehşetini gururla sürdürüyor.
Rumca adı Antigone olan Burgaz Adası'nın iskelesindeki projektörler de aynı misyonu paylaşırcasına ışıldıyor, reklam panosunun nevrotik kadanslı renk değişimleri geceleri başımı koyduğum yastığa kadar ulaşıyor.
Heybeli'deki çeşitli müesseselerin estetik ve şık olmaya çabalayan abartılı gece ışıklandırmalarının yaz kış gözetilmeden neredeyse sene boyunca faturalara yansıyan masraflarını umursayan pek yokmuş gibi görünüyor; bu arada yüksek tesirli LED ışıklandırmaya bahriyenin de kayıtsız kalamadığı aşikâr.
Başınızı biraz kaldırıp İstanbul'un Anadolu yakasına bakışınızı doğrulttuğunuzda, birkaç sene önce belki bir taşra lunaparkını gördüğünüzü tahayyül edip teselli olabilecekken, şimdi karanlığı delmeye adeta ant içmiş bir medeniyetin herhangi bir bucağında, belki Arap Yarımadasındaki bir metropolde olduğunuzu sanabilirsiniz. Loş ışık kaynağı gecekondu mahalleleriyle net bir kontrast oluşturan janjanlı gökdelen ışıklandırmaları bir yana, aradaki mesafeye rağmen gözü rahatsız eden, eskiden sadece Şehir Hatları vapurlarının projektörlerinden bildiğimiz yoğunluktaki binlerce ışık kaynağı LED teknolojisine teslim olmuş, geceyi sanki gündüze çevirmeye gayret ediyor...
Geceye veda mı ediyoruz?
"Gece Sigara Gibi Yanıp Kül Oluyor" (Night Burns Like Cigarettes) adlı belgesel, şehirlerde mütemadiyen artan gece ışıklandırmalarını azgın kapitalizmin bilhassa şehir ahalisini tahakkümü altına almak, paranoyak seviyelere taşınmış güvenlik furyasının kontrol mekanizmalarını tesirli hale getirmek için kullandığını iddia ediyor. Işığın esasen güvenlik kuvvetlerine yaradığını ifade edip işi mevzubahis ışıkların artık "polis ışığı" olduğunu ileri sürmeye kadar vardırıyor.
Oysa sırlara, gizemlere, heyecan ve maceralara kucak açan gecenin ezelden beri bir fırsatlar ummanı olarak görüldüğü, özgürlük vaadinin, ilham gücünün duyularımızı, ritmlerimizi ele geçirerek bizi dönüştürdüğü de filmin yönetmeni ve senaryo yazarı Elisabeth Felson tarafından fazlasıyla altı çizilerek hatırlatılıyor.
Şehir sakinleri olarak yıldızları uzun zamandır görmüyor oluşumuzun ufuklarımızı muhakkak ki daralttığı, ışık terörü olarak adlandırabileceğimiz ışık kirliliğinin dünya çapında bir ekolojik felaket, yalnız insanları değil, tüm yaşayan varlıkları tehdit eden bir tehlike olduğu yüksek sesle ifade ediliyor.
Korku içimize sinmiş
İnsanlığın ilkel olarak adlandırdığımız dönemlerindeki tehditler yüzünden DNA'mıza işlenmiş korkuların günümüzde sömürülmeye devam edildiği, baskıcı rejimler tarafından dönüştürülerek farklı biçimlerde tedavüle sokulduğu malum. Mesela görmemişlerin arsızlığı oranında, tüketim müptelalığı misali şehirlerin gereğinden fazla ışıklandırılması, karanlık korkumuz alet edilmek suretiyle kapitalizmin sunduğu sözde konforun cilalı dışavurumlarından biri olarak karşımıza çıkıyor. İşe yarayıp yaramadığı sorgulanmadan başka şehirler veya ülkelerle uzaydan çekilmiş gece fotoğraflarındaki sidik yarışında bir üstünlük parametresi, tabiata karşı bir iktidar göstergesi olarak kullanılmadığını da kim söyleyebilir?
Gece yapılabilen faaliyetler mütemadiyen artıyor, geç saatlere kadar alışveriş yapılabiliyor, jimnastik salonlarında kas yapıp ter atılabiliyor; tüketim namına gün durmadan uzatılıp gece kısaltılıyor.
Evine karanlıkta dönmekte olan insanların ışıklandırılmış parkurları takip etmesi gerektiği tabelalarla hatırlatılırken vatandaşlar birer robot (veya koyun) muamelesine tabi tutulabiliyor.
Gecenin büyüsü kayboluyor, yaramazlığa, aykırılığa, isyana imkân tanıyan karanlığın zırhı üzerimizden alınırken sadece egemenlerin hizmetine amade ediliyor.
İnsanlıktan çok daha eski bir tartının iki kefesi arasında kaybolmuş denge misali gündüz gecenin alanına kabaca sızıyor, aşkın karanlık yüzü gibi gecenin hipnotize etme gücü adeta elinden alınıyor.
Geceyi sevmiyor muyuz?
Raindance Film Festivalinde yer almış olan "Gece Sigara Gibi Yanıp Kül Oluyor" adlı belgesel geceyle işbirliğimizi, dayanışma alışkanlığımızı kaybetmekte olduğumuza ve çok daha fazlasına dair bir uyarı. Kırmızı monokrom kamerayla çekilmiş siyah-beyaz görüntüler bizi Londra'nın gece manzaralarına doyururken akademisyen Nick Dunn mevzu hakkındaki duygularını ve argümanlarını uzun uzun paylaşıyor, Kwaye bilhassa falsetto kapasitelerini zorlamak suretiyle şarkılar söyleyip ıssız sokaklarda dans figürleri döktürüyor; Lily Cole kulakları çok da okşamayan sesiyle görüntülere eşlik eden metinleri okuyor.
Seyirci, sırdaşı olmaya gönüllü gecelere açılmanın mutlaka cesaret gerektirdiğini hatırlıyor, gündüz keşmekeşinde belki fark bile etmeyeceğiniz Barbican tünelinde karşınıza çıkan Banksy duvar resmi misali, gece ıssızlığındaki sürprizlerin çok daha şaşırtıcı olabildiğine bir kez daha ikna oluyor.
Sigaranın filmin başlığında bir metafor olarak kullanıldığını da belirtmek lazım; sigaradan derin bir fırt çekerken karanlık ortamın kısa bir süreliğine de olsa aydınlanmasının görsel zenginliği bir yana, belgeselde sigaranın uzun vadeli zararları misali gezegenin kendisini zoraki ışıklandırmadan sakınması gerektiği üzerinde duruluyor.
Fransızca, Almanca ve İtalyanca şiirlerle de bezenmiş bu iddialı film, kaybetmekte olduğumuz geceye bir methiye, gecenin şiirselliğine bir güzelleme.
Gün geçtikçe ayar verilmeye, ehlileştirilmeye, hizaya sokulmaya, yapay güneşlerle fethedilmeye ve deyim yerindeyse işgal edilmeye girişilmiş gecenin değeri yüzümüze biraz bezdirici bir manyerizmle çarpılıyor desek yalan olmaz!
Ruhumuzu okşayan ışık
Filmde kentlerin nispeten karanlık mazisine yönelik bir nostalji yapılıyor sanmayın; sadece çok daha estetik, çok daha yumuşak ve işlevsel bir ışıklandırmanın ruhumuza iyi geleceğinden bahsediliyor.
Hayat kalitemizin sokak lambalarında kullanılan ve evlerimize hoyratça sızarak soğuk, çiğ ve agresif ışıklarına bizi maruz bırakan LED'lerle değil, sarı ışık veren ampullerle artacağını zevksiz yöneticiler ne zaman anlayacak? Yoksa bu kötü niyetlerini açığa çıkaran büyük bir planın ufak bir parçası mıdır?
Zifiri karanlıkta uyumanın sağlığımıza faydası da belgeselde hissettirilirken, evde prize takılı kalmış elektrikli aletlerin vızıldamasını, bilumum çağdaş teçhizatın yarattığı manyetik alanın ıslığını, karşı binadaki klimanın motor tıngırtısını veya uçakların homurtusunu kim yok sayabilir?
Hız yapmaya meraklı delikanlının yönetimindeki teknenin gümbürtüsü, sahildeki sarhoşların naraları, kavgalara ister istemez karışan veya şahit olanların tiz çığlıkları, onları ayırmaya ve teskin etmeye soyunmuşların davudi sesini bastıran polis aracı sirenleri ve en iyi ihtimalle havaya sıkılmış kurşunlar... Londra'nın değil, Burgaz'ın gecelerinde!
Neyse ki çocukluğumdaki yarasalar, sayıları azalmış olsa da, tepemizde uçmaya devam ediyorlar. Eskiden kış mevsiminde ortalığa çıkarlar mıydı bilmem ama, son yıllarda adadaki yan balkonda alaca karanlık bastırırken sigaramı yaktığımda birdenbire suratımın birkaç santimetre ötesinden hızla geçtiklerinde ürpermekten galiba hoşlanıyorum...
(RL/AÖ)