“Aslında bu karımın ilk kayboluşu değil, dedi başını kaldırmadan.”
Irmak Zileli’nin son romanı Gölgesinde’nin anakarakterlerinden Fikret’e ait bu cümle. Birinin kaybolduğunu mu söylüyor, birini kaybetmekten mi bahsediyor? Kaybedilen bir ilişkiyle yüzleşmeye mi çalışıyor yoksa?
Başı hayattaki kendi kayboluşunu görmemek için mi öne eğik, kaybettiklerinin acısıyla mı?
Bir romanın gölgesinde kendimize sormak için çoğaltılabilecek sorular bunlar.
O romanın üç bölümü var. “Arayış, Yürüyüş, Giriş”; sırasıyla...
Tükeniş
Sıkı sıkıya tutunduğumuz ilişkilerimiz, bozmamaya çalıştığımız düzenimiz, dışa vuramadığımız içyolculuklarımız hayatta kalmanın başka yolunu bilmediğimizden mi?
Tutarlı ve başarılı bir hayatı ne karşılığında kazanıyoruz; kendimize çizdiğimiz yolun başlangıcındaki olanaklar nelerdi; hangi senaryoyu yaşamayı neden kabul ettik? Ya yol üzerindeki sapaklar; sadece arzularımız mı bizi yolda tuttu, yoksa korkularımız mı izin vermedi yoldan sapmaya?
Yolumuzda yürürken biraraya geldiğimiz, yanyana durduğumuz, hayatımızı birleştirdiğimiz insanları, yazısı silik bir tabelayı takip etmek isteyebileceklerini düşünmeden mi sevdik? Zaten bu nedenle mi sevdik? Sevdik mi?
Bir insanın yıllardır birlikte olduğu birini onu gerçek anlamda sadece kaybolduğunda görebilmesi, ne menem bir çelişki! Ve bulabilse, olasılıkla tekrar gözlerini kendine çevirecek oluşu!..
Zamanı mı bilmem, ama bir gün hepimizin yapması zorunlu olana davet ediyor Gölgesinde, hazır olmayı beklerken çok geç olmasın diye. Gölgelerimiz birbirimizi örtmesin diye; ilişkilerimiz tükenmeden, yanımızdakini kaybetmeden, biz kaybolmadan.
Varoluş
Sayısı kaçtır hesap edemem, demişti bir arkadaşım, söylemeyi isteyip de sevgilisine söylemediği cümleleri kastederek. Sonra eklemişti: Onunkiler de çokmuş, eski fotoğraflardan bana bakarken anladım.
Gölgesinde’de Leylâ da söylüyor bunu: “Acaba gitsem ne olur? Acabayı şimdi ekledim. Yani sanırım. Zaman zaman Fikret’e söylemeyi prova ettiğim cümlelerden biri gibiydi. Mutlu bir anda bile olsak içimden geçmesine engel olamadığım bir şeydi bu: Ayrılalım. Ama hiçbir zaman sesli dile getirmedim.”
Nasıl her çocuk masallarda, filmlerde gördüğü kahramanların bazılarını farklı konumlandırır, kahramanlar arasında taraf tutar, birinin değil de diğerinin öyküsünde olmak isterse, yetişkinlikte de öyledir bu. Kendi kahramanlarımızı yaratarak yaşamaya başladığımız hayatımızı bırakıp başka bir öykünün içine kaçmak, orada kalmak isteriz. En azından bir kısmımız... En azından bir kere... En azından bir süre...
Işığına geldiğinin gölgesinde geçmez çünkü hayat; geçmemelidir, geçmese iyi olur.
Yapabilenler diğer öykünün ağırlığını yanına almamalıdır. Sırtına yüklendiyse de dik yürümek gerekir, yürüdükçe dökülsün diye. Kendi öykünü bir daha yazabilmek için vazgeçilmez kuraldır bu. Arkanda bıraktığın yer değil, gittiğin yoldur önemli olan.
Başka yöne giden bir insan kaybolmuş mudur?
Bakış
Gölgesinde Leylâ’nın ya da Fikret’in romanı değil, ne de onların ilişkisinin. Korkularımızla arzularımızın, zaaflarımızla cesaretimizin, arayışımızla yürüyüşümüzün, tükenişimizle varoluşumuzun bir hali.
Kendimize, ilişkilerimize, toplumsal cinsiyet rollerine, bencilliğe, özgürlüğe, kısılmışlığa, içimizde tuttuklarımıza, dışarı kaçanlara dair bir roman.
Yazar Irmak Zileli’nin kalemiyle tanışmak için iyi bir fırsat, tanışıklığı pekiştirmek için keyifli bir devam yolu.
Gölgesinde, Irmak Zileli, Everest Yayınları, Mart 2017, 335 sayfa
Gölgesinde’den... |
“Birine isim vermekle başlıyor her şey. Birine ya da bir şeye. Bir yerin adını kim koyarsa onundur diye bir yasası var insanlığın, çağlar içinde oluşmuş. Sadece yerler değil, insanlar, hayvanlar, şeyler... Kadınlar rahimlerine bir bebeğin düştüğünü öğrendiklerinde adının ne olacağını soruyorlar kendilerine. Ben hiç bilemedim kızımın ismi ne olacaktı. Çocuğuna, kedisine, oyuncak bebeğine isim vererek sahibi olduğunu da tescillemiş oluyor insan. İnsan. Ne acayip bir yaratık. Sevginin sahip çıkmakla değil, sahip olmakla ilgili olduğunu sanıyor.” |
(YY)