Geçtiğimiz günlerde “insanlığın” tam merkezinde bombalar patladı. “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik”, kendilerini bu tanımların tek tek hiçbiriyle özdeşleştirmeyen kişilerce vuruldu. Mesaj doğu cephesinde ayrı, batı cephesinde ayrı anlaşıldı. Hissiyatı ile aklı çoktandır ikiye bölünmüş “doğulu insaniyet” içinden geçeni aklıyla bastırdı, eşit derecede insanlar olduğunu ispata kalktı, sonra da tepesine düşen bombaların etkisiyle mukadderat deyip şimdilik sustu. “Batılı insaniyet” ise önce şaşkınlıkla karışık yas tuttu, travmatize oldu, sonra da yeniden başka sivillerin üzerine bombalar yağdırarak hırsını almaya kalktı.
Bu konudaki tartışmalar devam etti. Batı çoğunlukla İslama nefrette birleşti, bir kesim ise geç kalmış bir eleştirellikle neden diye sorgulamaya başladı, kimisi de naifçe “kötüler her yerde var” dedi. Kendisini ve o çok güvendiği değerlerini gerçek anlamda sorgulayan bir Batı figürü ise henüz güçlü bir biçimde açığa çıkmadı. Doğu cephesi ise tam bir kaos. Birbirinden bu kadar farklı halleri bünyesinde barındıran taraftan birleşik bir ses duymadığımıza şaşırmamak gerek. Tam da bu noktaya tartışmanın bel kemiği diyebiliriz, çünkü “İslam dünyası” başlığı altına toplayabileceğimiz bir bütünlük yok. Her ne kadar bir Batı fantasması olan bu hayali, kendisine siyasi proje olarak seçen, başta IŞİD olmak üzere birçok grup olsa da. Batı'nın IŞİD'e el altından askeri anlamda nasıl yardım ettiğini, dahası geçmişte sol hareketlerle savaş şiarıyla İslami hissiyatların nasıl kışkırtılageldiğini, bugün olanların esasında Batı'nın bir üretimi olduğunu hep birlikte bol bol okuduk. Bunlara ilaveten bol bol İslam'ın esasında özü itibariyle, öyle mi böyle mi olduğu üzerine de birçok değerlendirme dinledik. Ama ben burada bu iki açıklama biçiminin de bize olan biteni anlamakta pek de yararı olmayacağını ve neden olmayacağını anlatmaya çalışacağım.
İslam tarih dışı mı?
Öncelikle İslamın içeriğine dair süregiden tartışmalardan başlayayım. Bu konuda oldukça asimetrik bir bakış açısı var. Talal Asad'ın dediği gibi, Hristiyanlık üzerine bir değerlendirme yapıldığında tarihsel bir bakış açısı izlenir, oysa mesele İslam olduğunda Kur'an'dan alıntılar yapılır. Batı, İslam'ı tarih-dışı görür. Mesela Hristiyanlıkla ilgili konularda İncil'de ne yazıyor diye bir tartışma duymazsınız, kaldı ki “Hristiyanlar” diye genel bir kategori de duyamazsınız. Kendisini ekonomik, siyasi ve kültürel bir birlik olarak tanımlayan Avrupa Birliği'nin esasında bir Hıristiyan/din birliği olduğunu, “insaniyet”e mal ettiği değerlerin büyük çoğunluğunu dini referanslardan devşirdiğini söylemeye herhalde gerek yok. Ama herkesin üzerinde gizlice uzlaştığı bu mesele açık açık bir tartışma konusu haline pek de gelmez. Felsefeden tutalım sosyal bilimlere, hatta insan hakları kavramına varan dek, o kadar derinlerine işlemiş olmasına rağmen, din, Avrupalının gündemi dışıdır adeta. Ne de olsa Batı din savaşlarından ibaret “karanlık çağı”nı geride bırakmış, mezhep çatışmalarını çözmüştür. Tabi 1930-40'larda yani çok değil, bundan 70-80 yıl önce Yahudi nefretini ve bunun tüm dünya açısından yarattığı sonuçları saymazsak. Kendini ancak nefret edecek bir “öteki” üzerinden tanımlayan Avrupa'nın, Yahudileri Yeni Dünya'ya ve de İsrail'e gönderdikten sonra ortaya çıkan “öteki” krizini nasıl çözeceğini hep birlikte bir süre bekledik ve şimdi görmekteyiz.
Bu “öteki” krizi, ötekilerin tekil bir “Müslüman” kategorisi altında toplanmasıyla çözüldü. Burada sömürge, sömürge-sonrası tartışması ekseninde yaşanılanları basitleştirici tartışmalara girmeyeceğim. Ama şunu belirtmeden de geçmeyeyim, sömürgecilik sadece Hristiyan/Batı alemine özgü bir mefhum değil. Belki son tarihsel dönemeçte Batı bunun neferi oldu ama 15. yüzyıla kadar İslam aleminin özellikle Arap daha sonra da Türk/Osmanlı sömürgeci tarihi de unutmamak gerekiyor. İran'dan tutalım Kürtlere, hatta İspanya'nın güneyine ve Afrika'ya varana kadar “Müslümanlaştırma” (bunun zorla olduğunu da söylemeye gerek yok) harekatı o dönemin kendi şahsına münhasır sömürgeleştirme biçimi değildiyse neydi? Bugün IŞİD'in ilham aldığı tam da bu kutlu emperyal İslam tarihi değil mi? Burada tekrar altını çizeyim, mesele tarihsel bir mesele, Kur'an ve İslam içerik olarak bize cevap vermeyecek. Cevabı tarihsel bir İslam değerlendirmesinde bulacağız.
Söylemsel/simgesel köklerini Avrupa'da yetişen modern “Müslüman”larda bulabileceğimiz IŞİD'in İslam algısını da aynı tarihsellikle anlamak gerekiyor. Hendek savaşından örnekler vererek bugünkü durumu açıklamaya çalışanlar boşa çabalayacaklar. Meselenin özüne inebilmek için “modern Müslüman”ı anlamamız şart. Bu dönemde, yani; kapitalizmin bir üretim ve tüketim biçimi olarak tüm dünyaya yayıldığı, her yerelde kendine özgü biçimler aldığı, farklı farklı “kimlik” tanımları altında içini boşalttığı aidiyetleri kendine öyle ya da böyle ram ettiği dönemde yaşayan “Müslüman”ı görmemiz gerekiyor. Büyük genellemeler yaparak tüm İslam alemini aynı torbanın içine koyduğumuzda bir cevap üretemeyeceğiz. Zira İtalyan tarihçi Carlo Ginzburg'un söylediği gibi; insanlık tarihini, bütün insanları kapsayan genellemelerle değil, tek bir insanı derinlemesine kavrayarak anlayabileceğiz.
Sıradan insanların kaderi
Bir süredir IŞİD kontrolü altındaki bölgelerden gelen daha ziyade gündelik hayatı ve insanların hikayelerini konu alan yayınlanmış tüm notları okumaya çalışıyorum. Zira bahsettiğim genellemeci ve komplo teorici çözümlemelerin dışında bu “sıradan vatandaş” algısının bize daha fazla bilgi sağlayacağını düşünüyorum. Esasında meselenin din/İslam tartışmalarının çok ötesinde olduğunu bu gündelik hikayelerde açıkça görüyoruz. Din, bir boş gösteren olarak, özellikle kapitalizmin son aşamasında iyice belirginleşen, insanların anlam dünyasındaki boşluğu doldurmaya başladı. Yoga yapmaya akın akın giden modern-seküler insan tipiyle, Avrupa gettolarında yaşayan, beş vakit namaza canhıraş sarılan Müslümanın saikleri tuhaf bir biçimde bu kadar birbirine yakın aslında.
Gelelim IŞİD kontrolü altındaki topraklarda neler olduğuna. Bu topraklara giden veya orada olup da IŞİD'e destek veren insanları basitçe bir değerlendirmeyle yanlış bilinçlilik kavramıyla anlayabilir miyiz? Vice News'ten bir belgeselcinin Rakka'da 2014 yılında IŞİD ile ilgili çektiği belgeselde (*) Belçika'dan kalkıp küçük oğluyla “kutsal toprak”lara gelen adamın ağlama sahnesi beni bolca düşündürdü. Duygunun ekonomi-politiğinin Suriye'de neye dönüştüğünü bu adam en çıplak haliyle gösteriyor.
Belçikalı Abdullah’ın “olası” hikayesi
Bu kısımda biraz spekülasyon yapacağım, çünkü elimizde sadece bu görüntü var. Bu eklektik kişilik ismiyle müsemma, Abdullah al-Belgian yani Belçikalı Abdullah. Muhtemelen çokça bahsedilen “sömürge öncesi”ne ait, kendi “öz” toplumuyla bir bağı yok. Kendisini Belçikalı Abdullah diye nitelendirmesi bir tesadüf değil, çünkü o “Müslüman”lığını Belçika'dan alıyor, oradan önce atalarının ya da bir ihtimal kendisinin yaşadığı topraklardan değil. Ne demek mi istiyorum? Abdullah'ın Müslümanlığı kendisi gibi olmayanlarla karşılaştığı zaman açığa çıkan bir Müslümanlık. En önce bir ırkçılık meselesi; Belçika'nın sarışın insanlarının arasında yaşadığı bariz esmerlik temel meselelerden biri. İkincisi dil meselesi; Belçikalı Abdullah çift-dilli. Okuldaki başarısından sokaktaki iletişimine kadar her şeyi etkilemiştir. Ola ki, beyaz Belçikalı erkek çocuklarıyla kavga edip de karakola götürüldüyse suçsuz bile olsa suçlu muamelesi görmüştür. Belki bir Belçikalı beyaz kıza gönlü düşmüştür de kız buna yüz vermemiştir, bir de üstüne aşağılamıştır. Zaten bu hengâmede muhtemelen iyi bir iş bulamamıştır. Bulsa bile kendi dengi beyaz Belçikalıdan daha zor koşullarda çalışmaya mahkum edilmiştir. Memleketine döndüğünde de bu sefer oradakiler onu yeterince kendinden görmemiştir, vs.
Bu hikayeyi tüm çeşitlemeleriyle aşağı yukarı gözünüzün önüne getirdiyseniz, tüm nefretin, aşağılanma ve nihayetinde intikam hislerinin Abdullah'ı bugün olduğu yere getirmesini aşağı yukarı anlayabiliriz. Ama daha da önemli bir nokta var ki pek de konuşulmuyor; Abdullah'ın bu hislerine tercüman olabilecek bir siyasi projenin eksikliği. Ona, “kendi gibilerle” buluştuğu camide ve medresede öğretilen, hurafeyle karışık, anti-emperyalist İslam soslu ve bir noktaya kadar Batı dünyasının da onayını alan (karışmayarak, sosyalist projelere alternatif olarak görerek), eklektik Kur'an ayetleri parçacıklarından oluşan nefret ideolojisinden başka bir şey kalmıyor. Zira Avrupa'nın en değme solcusu ve anarşisti bile denize düşer düşmez İslamofobik yılanlara sarılmakta beis görmüyor.
Abdullah, bu yalnızlığını “kutsal toprak”lara taşınan Avrupa kökenli çetecilerin yanında gideriyor. Böylece, Avrupa da, birkaç yüz vatandaşının ölümü pahasına da olsa, yeni nesil getto-çetesi Müslümanlarından böylece kurtulmuş oluyor.
Bu dediğim de hikayenin kendisi gibi bir spekülasyon tabi ki. Ama konunun özü şu ki, “Afrikalı” kategorisinde olduğu gibi, “Afrikalı” sadece Afrika'nın dışındayken “Afrikalı”dır. Afrika'dakilere “Afrikalı” demek absürt bir şey. Din, dil, millet, kabile, vs. birçok kategori onları Afrika'da birbirlerinden ayırıyor. “Müslüman” da Müslüman-olmayan alem içerisinde “Müslüman” oluyor. Ulus-devlet tarihiyle en az 100 yıldır birbirinden ayrışmış, kaldı ki büyük çoğunluğu Arapça konuşuyor olsa da birbirinden birçok farklı dil konuşan, hatta farklı mezheplere ait bu milyarlarca insanı tek kategori altında toplamak olsa olsa cin fikirli Batılının işi olurdu.
Tabi ki Belçikalı Abdullah, bahsettiğimiz, IŞİD bünyesinde toplanan “Müslüman”lardan sadece biri. The Daily Beast'te yayınlanan IŞİD'li bir Suriyelinin açıklamalarına dayanan yazı dizisinde olayın vahametini ve kapsamını daha yakından görebiliriz. Çift-kutuplu dünyanın sonuna geldiğimiz 90'lı yılların başından bu yana birçok alanda “düşük yoğunluklu” biçimde devam etmekte olan tüm savaşların bir toplamı ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyelim en önce. Tüm bu, dışarıdan bakana göre “düşük yoğunluklu”, içinde yaşayana göre ise her aileden en az bir kişinin öldüğü savaş cephesinin, tek cephede birleştiğini görüyoruz. Bahsettiğim emperyal güçler değil. Tam aksine, kendilerine “İslami" kimlik ekseninde bir anlam bulma gayretinde olanların cephesi. “Sesi duyulmayan”, “hayatı, kendisini öldüren kurşundan daha ucuz olanlar” olarak görenlerin cephesi. Zira, örneğin IŞİD'in emniyet birimlerinden birisinin tüm yöneticileri Filistinli. Yani Filistin mücadelesi de kendisine bir ifade alanı edinmiş IŞİD bünyesinde. Sanırım, bunların, yaklaşık 50 yıldır statüsüz biçimde insanlığın kıyısında, Suriye'de “hayatta kalmış” Filistinli mülteciler olduğunu tahmin etmek güç olmasa gerek.
“Komplo”, modernizm ve “ayrıntılar”
Bir başka nokta ise Baas rejimi artığı Iraklı yöneticiler. 10 yılı aşkın süredir 600 bin civarında sivilin öldüğü, bombaların ve patlamaların; ekmek, su gibi gündelik hayatın parçası olduğu Irak'ta IŞİD'in anti-emperyalist İslamcı söyleminin karşılık buluyor olmasına da şaşırmamak gerek. Der Spiegel, geçen yıl Hacı Bakr isimli, vakt-i zamanında Saddam'ın sağ kolu olan, IŞİD'in fikir babasının, koalisyon güçlerince öldürülmesinin ardından ele geçirilen notlarını yayımlamıştı. Evveliyatında, Abdullah Öcalan'ın isabetli bir biçimde IŞİD'in Ortadoğu'nun paramiliter örgütü olduğunu belirttiği açıklamasını bu belgeler doğrular nitelikte.
Tıpkı Kolombiya'da sol silahlı güçlere karşı ABD'nin işbirliği yaptığı narkotik-çetelerin daha sonraları paramiliter güçler olarak en başta Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC) olmak üzere diğer sol grupların başına bela olması durumunda olduğu gibi. Bugün de zamanında dünyanın muhtelif yerlerinde (Afganistan, Filistin, Sincar eyaleti, Kürdistan aklıma gelen örneklerden bazıları) sol güçlere karşı maddi olarak da desteklenen bu İslami cephelerden bazıları bugün yaratıcılarının kontrolünden çıkmış, hatta onların değerlerine karşı güçler haline dönüşmüşlerdir.
IŞİD, Ortadoğu'nun son kalan sol kuvveti PKK'nin başına bela edilmiştir. Bir paramiliter güç olarak Hacı Bakr tarafından, Irak ve Suriye'de koca bir istihbarat sistemi olarak kurulmuştur. Hac Bakr, tek tek her köy ve mahallede tuttuğu muhbirlerle halkın gündelik hayatının hücrelerine kadar işlemiş ve eski Baas sistemini baz alarak İslam sosuna bulandırıp yeniden halkın önüne sürmüş. Topladığı bilgiler ise çoğu genellemeci analistin burun kıvıracağı cinsten; aileler arası musibetler, kimin alkol sorunu var, kim uyuşturucu bağımlısı, hangi oğlan hangi kızı seviyor, her bir ailenin özlemleri, eksiklikleri neler, kimin kimle sorunu var, kim beş vakit namaz kılıyor, vs… “Gereksiz bilgiler” yığını. Oysa hayat tam da bu gereksiz bilgiler etrafında dönmüyor mu?
“Kötülüğün sıradanlığı”
IŞİD'li “mücahit” eşi olup daha sonradan “anyayı konyayı” anlayınca Türkiye'ye kaçan üç genç kadınla yapılan ve New York Times'ta yayınlanan röportajda, bu gereksiz bilgilerin ne işe yaradığını görmek mümkün. Kendisiyle evlenmek isteyen, zengin Suudi iş adamının oğlu olan IŞİD “mücahit”inin evlenme teklifini ailesinin de kendisinin de nasıl büyük bir hevesle kabul ettiğini anlatıyor genç kadın. Hikayesinin sıradanlığında, kapitalizm, İslamiyet, modernizm, vs. gibi büyük lafların küçük hayatlara nasıl sirayet ettiği gizli. Büyük, güzel apartman dairesine tüm akrabalarını getirip mutfak dekorunu gösterip hangi malzemeden yapıldığı üzerine izahatlar veren ve evinin nasıl da geniş olduğuyla övünen bu genç kadının hikayesi ne kadar da tanıdık değil mi? Sonra “evhanımlığı”ndan hevesini alınca sıkılıp IŞİD'in ahlak masasında görev yapmaya başlamış. Daha iki yıl öncesine kadar plajda bikiniyle gezdiğini anlatan bu kadın, bir anda kendi komşusu olan kadınların başörtüsüne karışıp, kurallara uygun olmayanları kırbaçlatmış. Olanları da o anki heves, güç hevesi diye açıklıyor. “Kötülüğün sıradanlığı”, sıradanlıktaki kötülükler...
Uzun lafın kısası, Ortadoğu'da sıkça başvurulan komplo teorisi, “görünmez eller” gibi bakış açıları bizi, bahsettiğim bu insanların halet-i ruhiyesini anlamaktan alıkoyacaktır. İslam'ın bir yaşam biçimi olarak kapitalizmle yaptığı ortaklıkları görmemiz gereken bir dönemdeyiz.
Uhud ile Hendek savaşı 1500 yıl kadar önceki insanların halet-i ruhiyesine dair bilgi verebilir elbette. Ama “modern Müslüman”ı, yani, çağdaşımız olan Müslümanları anlamak için hiçbir bilgi vermeyecek. Zira artık kuru toprak değil, fabrika dokuması seccade üzerinde namaz kılınan bir çağdayız. Gerçekten bu durum çözülsün aşılsın istiyorsak, bütün bu çatlakları görmemiz lazım. IŞİD elinde hançerle değil (sembolik olarak evet hançerle de), teknoloji ürünü son moda silahlarla savaşmakta. Yani bu hikaye “modern” çağın hikayesi, üstelik de bir süre daha devam edeceğe benziyor. Ne de olsa suçlarının cezasını en iyisinden 50 yıl sonra ödemeye alışmış Garplı 100-150 insan kaybetti diye insaniyetten olmayacak. Savaşa, ölmeye ve “telef” olmaya asırlardır böylesine alışmış Şarklı ise intiharı ve kendini fedayı yine çözüm olarak görmeye devam edecek. Bedenini kendince “mesaj” yapıp onu sadece bir ölüm çağrısı olarak algılayacakların üzerine gönderecek. Aklın egemenlik alanından dışlanalı beri olduğu gibi bedenden ibaret gerçekliğine hapsolup kalacak. (DB/AS)