Rahatsız etttiğimi düşünmediğim sürece meşhur kişilerle irtibata geçmekten hiç çekinmeyen ben nedense Sofya’lı İvo Dimçev’i Trieste’nin tenha ve nispeten karanlık sahilinde tek başına yürürken görünce ikileme düşmüştüm. Aslında kendisi hakkında neredeyse hiç malumat sahibi değildim, lakin en azından, ailemin kısmi Makedon/Bulgar ecdadını mevzu ederek muhabbet açabilirdim, sonrasını da Allah bilirdi…
Uzun süre aynı yönde, birbirimize yakın mesafede yolu katediyor olmamıza rağmen içgüdüsel olarak içine kapanık, hatta karanlık bir tip olduğunu hissetmiştim. Önyargılarımdan yola çıkarak, Balkan kültürüne tüm İtalya coğrafyasına kıyasla çok daha fazla alaka gösterilmesine rağmen Trieste’de beklediği ilgiyle karşılanmadığına, hatta her zaman alternatif etkinliklere imza atmış film festivalinin açılış gecesinde onu kimselerin tanımadığına kanaat getirmiştim. Tabii ki Balkanlar’dan bakınca Avrupa’nın en albenili diyarlarından İtalya ulaşılmak istenen bir hedefti; fakat ırkçılıkla yoğrulmuş Trieste’nin yakın mazisini sanki telafi etmek isteyen festival yöneticilerinin çabası her zaman fazla karşılık bulamayabiliyordu ve “adamcağız” neredeyse hayata küskün şekilde soğuk otel odasına yalnız dönüyordu (acaba hakikaten öyle miydi?).
Film festivallerinde çok ender olarak yan faaliyetlere rağbet gösterdiğimden İvo’nun konserini de dikkate almamış ve bu manasız anekdotu hızla unutmuştum, ta ki…
İvo’nun canı cehenneme mi?
Geçen ay Bosna-Hersek’te gerçekleştirilen 31. Saraybosna Film Festivali programında yer alan In hell with Ivo adlı belgeseli izleme şansım doğunca, üstelik filmin Jüri Özel Ödülü payesine layık görüldüğünü fark edince tabii ki üstüne atladım. Yönetmenliğini kadın sinemacı Kristina Nikolova’nın üstlendiği 2025 Bulgaristan - ABD ortak yapımı 83 dakikalık belgesel dünya prömiyerini DOK.Fest Münih’te gerçekleştirmişti.
Az çok tanıdığım, paralel evrenlerde dolaşıyormuş gibi görünen gene Bulgaristanlı Azis’den yaşça biraz büyük İvo kariyerine dans müziğiyle başlamış, zamanla daha nitelikli sayılabilecek ufuklara doğru yol alıyordu.
Peki, provokatörün önde gideni olarak betimleyebileceğimiz İvo’nun dilinden düşürmediği Mesih İsa’yla derdi neydi?
Filmin sonunda, tüm kariyeri boyunca onu dışlayan, küçümseyen, aşağılayan, hatta vahşi ölüm şekilleriyle tehdit edenlerin adeta sözcüsü gibi bir sunucu, İsa ile cehennemi nasıl yan yana getirme cüretine sahip olduğunu soruyor. Ne de olsa “İsa’yla cehennemde mi olmak istersin, yoksa Trump’la cennette mi?” suali İvo’nun neredeyse alametifarikası haline gelmiş vaziyette.
İsa’ya inanmadığı tezi herkesçe kabul görmesine ve sunucun agresif ısrarlarına rağmen İvo İsa’ya en çok cehennemde ihtiyaç duyduğunu, hayatı boyunca cehennemi yeryüzünde yaşadığını ve İsa’nın ona güç verdiğini ifade ediyor. Ergenlik çağında kendi inisiyatifiyle dine sığındığını ve kiliseden medet umduğunu da sözlerine ekliyor.
Bir zamanlar ona musallat olmuş iki dindarın ona suçluluk hissi aşıladığını, tabii ki eşcinsel olduklarına inandığı misyoner tipli işgüzarların telkinlerine kendini bir süre maruz bıraktıktan sonra bezdiğini ve suçluluk içinde yaşayıp cehenneme gitmeye razı olduğunu da bize eğlenerek aktarıyor.
Fakat kuir klişelerine uygun olarak bunu gösterişli bir biçimde değil de, sanki komünist eğitimin getirdiği ağırbaşlılığa daha yakın bir tavırla anlatıyor.
Çocukluğunda farklı ve bilhassa efemine olduğu için okuldaki öğrenciler tarafından dövüldüğünü de bizimle paylaşan İvo, biraz da sanki hayatta olan annesi ve özellikle babası “rencide” olmasın diye kamera karşısında nispeten maço bir tavır sergiliyor.

Yoksa kim umursar İvo’yu mu?
Sahnelerdeki uçuk kaçık performanslarının yanısıra hususi hayatını teşhir etmekten de hiç çekinmeyen İvo her ne kadar seyirciyi, her gün muntazaman sürdürdüğünü aktardığı cinsel münasebetlerinden, böylesine şatafatlı bir karakterden beklenmediği şekilde mahrum etse de, esmer güzeli jigolosuna seks için para verdiğini kameradan tabi ki gizlemiyor. Covid-19 pandemisi sırasında derin yalnızlık çeken insanların evlerine gidip şahsi konserler vermesiyle ilgili olarak hastalanmaktan nasıl korkmadığı sorulduğunda 14 senedir “mikrop” olarak adlandırdığı HIV’le yaşadığı için duruma kayıtsız kalabildiğini aktarıyor.
Dünyanın en saygıdeğer medya kuruluşlarının dikkatini çekmiş ve kültür ikonu payesi yakıştırılmış İvo şahsen bestelediği nispeten ağırbaşlı müzik eserleri üretmeye başladığından beri bilhassa memleketinde popülaritesini kaybediyor ve yolu ABD’ye düşüyor. Bulgaristan’da yeterince para kazanamadığını görüp asi ruhunun daha iyi anlaşılacağını düşündüğü özgür dünyadaki maceraları eğlenceli olsa da aslında beklentilerini tam olarak karşılamıyor galiba!
İvo yüksek perdeden şarkı söylediği zaman Anohni Hegarty’yi andırdığı gibi, sesini falsettodan sopranoya benzettiği zaman akla müteveffa Klaus Nomi gelebiliyor. Sağlam bir müzik temeli olduğu tahmin edilebilecek İvo, caz standartlarından Travelling light şarkısına da kendine has bir yorum katıyor. Özellikle Roman ailelerine ev ziyaretine gittiğinde geniş bir coğrafyanın kültürünü layıkıyla birleştiren Roman havalarına da hâkim olduğunu gözlemliyoruz.
Fakat isyankâr, meydan okuyan, sıradanlığa tahammül edemeyen, tabu yıkıcı, hür ruhlu bir profil çizse de sanki mutluluğun hüzünlendirebildiği kırılgan bir kişilikle karşı karşıyayız.

Acaba İvo’nun başı belada mı?
Tüm bunlar acaba baba şefkati almadığını düşündüğü için mi böyle?
Yoksa İvo’nun hayatta en çok sevdiği kişi olduğunu her defasında söylemekten geri durmayan annesinin baba şiddetine karşı oğlanı korumamış olmasının payı yüksek mi?
Oğullarının çok yönlü ve fazlasıyla cesur performanslarına gitmeyen ebeveyn ve bilhassa babası kamera karşısında gayet diplomatik davranışlar sergilemeye çalışmakla kalmıyor, oğlunu asla dövmemiş olduğunu da iddia ediyor. Hatta evde her kriz yaşandığında küçük İvo’nun balkona sığınıp kendini aşağıya atacağına dair gayet inandırıcı performanslar sergilediğini aktarıyor. İvo bunun takdirini seyirciye bırakmakla kalmıyor, babasının bir zamanlar hafta sonları evden kaçıp eşcinsellik dürtülerini gizlice tatmin edenlerden olduğuna inandığını da belirtiyor.
Yıllardan beri bir oyun haline getirdiği, şahsi konserler sonrası seyircilerini tabi tuttuğu suallerinden İsa’lı ve Trump’lı olanını annesine ve babasına yönelterek onları gafil avlıyor; ikisi de Trump’lı cevabı tercih edince bıyık altından bir tebessümle onları İsa’ya ihanetle suçluyor.
Zaten başından itibaren fanatik Trump taraftarı olduğunu bildiğimiz babasından, tembellikle itham ettiği ABD’nin siyah vatandaşlarına yönelik federal desteğinin kesilmesi gerektiğini duyuyoruz. Sevimsiz baba mevzubahis yardımları Bulgaristan’da Roman vatandaşlara sağlanan imkânlara benzetirken cahil güruhlar misali popülist siyaset kurbanı olduğunu, gericilik, ırkçılık, nefret ile haset gibi olgu ve hislerle beslenir hale geldiğini dışa vurmuş oluyor.
Filmin başında belgeselin yönetmeni Kristina’yı bile, şaka yollu da olsa tutuculukla itham ederek belgeselinde yer verme cesaretine sahip olmadığını iddia ettiği matrak cümleyi ise ben kimseleri rencide etmeden yazıma nasıl yedireceğimi ne yazık ki bulamadım; kendimi İvo’yla neredeyse ruh ikizi gibi hissetmeme rağmen ve onunla Trieste’nin o lanetli gecesinde tanışmadığıma bin pişman olarak!
(MT/HA)







