1970lerde Gültepe, Zeytinburnu, Alibeyköy gecekondularına giderdik, işçilerle dayanışma için. Bazen de eğitim çalışmaları olurdu grev çadırlarında. Eminönü’nden minibüse binerdim, arabesk müzik eşliğinde. Severdim bu müziği, Zeytinburnu’na gitmeyi de… Hisarüstü ise eve yakın oradaki gecekonduları daha içerden bilirdim. Bahçeleri hoştu ancak evlerde altyapı eksikleri çoktu.
Yakup Kadri’nin Ankara romanını üniversitede okumuştum. Kâgir bina hayranlığını, yani betonlu modernliği Cumhuriyetin ilk on yıllarında o sayfalarla anladım. Özellikle 1960larda kâgir saplantısını çok iyi hatırlıyorum.
Sonra Rumeli Hisar’da, mahallemde, en az beş tarihi çeşmenin nasıl kurutulduğunu izledim. İzlemekle kalmadım, “Çöp Çeşmeleri” (1987) diye bir de yazı yazdım. Kurutma ve yıkma aşamasında buralara çöpler dolduruluyordu.
Daha sonra Latife Tekin’in “Berci Kristin Çöp Masalları”nı okudum. Çok beğendim; dinamik ve kaotik olarak sürüklemişti beni bu gecekondu masalı.
Bedrettin Dalan’ın marifetiyle evimin tam karşısında net olarak gördüğüm Anadolu Hisar tepelerinin ağaçlardan arındırılarak siteleşmesini de seyrettim. ÖNGÖRÜNÜM ‘deyiz ya, iyi görünüyor ağaçların kesilmesi…
Büyük ve çoklu mağazaların adının AVM olduğunu Akmerkezle öğrendim. Yurtdışındaki alışveriş merkezlerinin bunaltan, sersemleten kalabalığını tatmış ama İtalya’nın Bolonya şehrindeki tek tür ürün satan küçük mağazalara hayran olmuştum.
Emine Uşaklığil, Bir Şehri Yok Etmek, İstanbul'da Kazanmak ya da Kaybetmek, Can Yayınları, 2014 |
Bir gün arabayla eski Tansaş’ın arkasından Levazım Sitesine doğru giderken yeni bir kule inşaatı mı, işyeri mi, rezidans mı, neyse, ona rastladım ve sokakta adını “Le Vent” olarak okudum. Levent’te “le vent” yani Fransızca rüzgâr, baktım Levent rüzgara kapılmış, alt taraftan da! Bir “e” harfi eklesen “vente” satış anlamına geliyor, evet satış rüzgârı!
Arnavutköy’deki Camiinin avlusunda çay içip oyun oynadığımız çocukluk yıllarında başlamıştı şehir sevgisi. Menderes’in Bebek’teki koca çınar ağacını önce kesmesi sonra ortadan kaldırışı ve buna isyan. Bunlar tabii çocukluk yılları ama bilinçaltında duruyor. Gecekondudan “Le vent”e bir macera işte; 1960lar, 1970ler ve 1980ler. Nihayet “le vantilatör” 2000ler. Satış rüzgârı hem kendi etrafında hem de İstanbul’un etrafında dönüyor da dönüyor.
Benim bu nostaljik farkındalık serüvenime bilinç katan dostlarım, meslektaşlarım oldu 1990larda: Sema Erder ve Nihal İncioğlu. İstanbul Büyükşehir Belediyesinin 1980lerde 1990larda nasıl iş gördüğünü onların araştırmasından okudum. Bütün Türkiye’nin nasıl İBB üzerinden Ankaralaştığını anladım. Sema’nın “Kentsel gerilim” kitabını okudum daha da iyi anladım. Siyaseti yerinden okumak!
Artık eski dar sokaklı ancak ÖNGÖRÜNÜMLÜ mahallelerde havuzlu beton perdeli çok korumalı binalar da kolayca yapılıyor. Yıkılmış ahşap evlerin yerine, en az üç misli büyüklükte olmak üzere! Ama ufak çaplı onarım izni almak hala çok zor. YIK, önce araziyi SAT, sonra da binayı YAP ve SATTIR! Yanlış anlamayın siz satıyorsunuz onlar yıkıyorlar, sonra araziyi satıyorlar özele, özel yapıyor binayı ve “kamu”ya satıyor. Kamu esrarengiz!
Yaşadığını iyi anlatan kitaplardan biri de Uşaklıgil’in “Bir Şehri Yok Etmek” kitabı; “kentsel dönüşüm” ü uygulamalarıyla anlatıyor. Şehir satışta, yoksul sokakta, orta gelirli mülk sahibi mülksüzleşmekte, yatırımcının bu girdap içinde özgün ve yaratıcı olması da zor. Çılgın projeler! Öyle mi? Çeşmelerin çöpler eşliğinde kurutulması da çılgın proje idi. Kazan kazan (win win) deyimi Amerikan sosyal bilimlerinden Türkçeye aktarıldığında “yeter ki bugün kazan” sonrası Allah kerim şeklinde uygulanır.
Mersin’den Kıbrıs’a bir beton otoyol yapılsa, sağlı sollu AVMler inşa edilse, turistik oteller yedi yıldız çaksa, Kıbrıs sorunu mu kalır?
Emine Uşaklıgil, bir vatandaş olarak yazıyorum diyor, Kitabı emekle araştırılmış bilgi dolu, İstanbul’a sorumluluk duyan bir vatandaşın kitabı. Şehir plancılarla, eski belediye başkanlarıyla görüşülmüş. Mimarlara sorulmuş. Yasal gelişmenin evriminin rüzgâr ve satış olarak nasıl yükseldiği adım adım izlenmiş. Sulu Kule, Tarla Başı, Okmeydanı, Ayazağa, hepsinin “yasal” halleri bir bir kayda geçmiş: Kaybettir kazan kaybettir hikâyelerinin taze örnekleri de var bu kitapta. Ekonomik değerlendirmeleri de mevcut. Mülk aktarımı ile şehre siyasal simgesel damga vurma sürecinin de altı çizilmiş. Aslında bu çok uzun bir süreç en az 50 yılını yakından biliyorum.
Uşaklığil, “bir şehir canlı mıdır?” sorusunu sorduruyor okuyucuya. Her şehir insanlarıyla canlıdır; hele İstanbul çok yaşlı ve bir o kadar da canlıdır. Şehrin geçiciliğini de düşündürüyor. İnşaat ideolojisinin şehrin geçiciliği üzerine kurulu olduğunu belirtiyor. Şeffaflığın adeta bir “ihanet” haline geldiği bu inşaat işi doktrin de olabilir. Gizlilik sadece siyasi mahkemelerin konusu gibi kalmışsa zihnimizde eksik olur, gizlilik esas “yollu”lukta! İnşaat ilişkileri de hayli gizli, mesafeden kat be kat iktidar çıkar. Koy mesafeyi yükselt kuleleri, sürdür iktidarı.
Geçicilik şehirlere güvenlik getirmiyor diyor Emine Uşaklıgil ve “şehirlerin efendisi” deyimiyle etraflı işliyor KİPTAŞ, TOKİ hattındaki ”dönüşüm” ve “Afet” yasalarını, yetki genişlemelerini. İnsanlar yerleriyle yerlerinde güven içinde değil, vatandaşlık eksik yaşanıyor. Özel mülkiyeti ve mekân devamlığını tehdit altında tutarak risk ve afet siyaseti yapılıyor. Belki de bu durum çağdaş sıkı yönetim! Ya TOKİ’ye şükret ya diken üstünde otur. Hatta dikeninden de ol!
Bir Özbekçe kitap okumuştum: “Mahalle Mehri” idi adı, mahalle dayanışmasının hayatın lokomotifi olduğunu ve ancak bu kimlikle insanların güvende ve mutlu olabileceğini yazıyordu. Aslında bir Edep Adap kitabı gibiydi. Sovyet yönetimi mahalleyi sıkı örgütlenme amacıyla kavramsallaştırmıştı. Ama bu, mahallesinde yaşayan insanlar için hem toplumsallaşma hem de güvence olarak daima vardı. Sovyet gitti mahalle kaldı.
Kitaptan “afet” yasasının ayrıntılarını okurken aklıma “risk politikası” geldi, yani riskin politika oluşu. Risk politikası öyle bir şey ki depremi çok aşar; mesela tarihi öngörünüm mahallelerinde kayalar dinamitlenir yerin iki kat altına inilir ve inşaat bir afet olur! Bu risk işi “demokrasi risk rejimidir” anlayışına ise hiç benzemez. Risk politikası riskten rant çıkarıp vatandaşı pahasına merkez ilgiliye para aktarma politikasıdır. TOKİ, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yetki üstüne yetki katarak İstanbul’u semt semt pazarlıyor.
Balat’tan, Tarlabaşı’ndan, Sulukule’den örnekleri okuyun. Mekân kurtaran siyaset nasıl da size kendi binanızı yapma hakkı bile veremeyebiliyor! İstanbul’un değerleri hangi cihette? Taşı toprağı altın mı? Mahallesiz, tarihsiz, toplumsuz, tek hafızası BÜYÜK kahramanlar olan, gündelik hayat alışkanlıklarını öğütüp insanları beton bloklara hapseden, kadınları bir bloktan diğer satış bloğuna, AVM’ye kanatlandıran sonra da AVM’den uyku ve yemek alanına döndüren. Bol bol “kamu”laştırma, arkasından özele satarak kıymetlendirme sonradan da “kamu”ya hizmet verme! Böyle dönüşüm olmaz böyle vantilatör olur, rüzgârı verir, paraları döndüre döndüre uçurur çılgın proje merkezlerine.
Emine Uşaklıgil’in bence bu kitapta okuyucuya sordurduğu en önemli soru: KAMU ne demektir? Halk anlamında ve devlet anlamında iki kamu olur mu? Türkiye bu inşaat pratiğiyle sosyal bilimlere paralel kamu kavramını da hediye etmiş olabilir mi? Kamu yararına bir şehir nasıl fırfır döner?
Şimdi durup düşünelim belki de bu fır dönme hali uluslararası en yeni pazarlama anlayışı, belki de bizler yaşlanmış, eski hatıralarla “small is beautiful” havalarındayız. İnşaatla büyüyen bir Türkiye’yi takdir edemiyoruz. Belki evrensel değerler dediğimiz şeyler, sosyal hafıza filan boş şeyler. Belki yok olarak ülkemizi ferahlatabileceğiz. Şehrimizin de bizlerle öleceğini düşünecek kadar benciliz belki. Belki sadece hamsi hafızasına sahibiz.
Gene de “İstanbul gitmez”e inanmak isteyebiliriz. Tokyo’ya giden 2020 Olimpiyatından önce “belki de İstanbul olur” diye yerinden edilenler olduysa eğer demek ki YERİNDEN yönetime katılmak, müdahaleci bir biçimde katılmaktan başka çare yok diyebiliriz. Bu da aslında çarelerin en güzeli!
Diren ve Yaşa İstanbul! Mahalle, ev ve şehir bir bütündür, toplumsallaşmadan yaşayamayan insanla bir aradadır. İktidar heyecanı ve inşaat “heyelanı” bizi yok edemez. Menderes, Özal ve Erdoğan’ın büyüttüğü ekonomi sadece inşaat büyümesidir ve bu nedenle yetişen bürokratlar ve dahi belediye başkanları ve dahi valilerin çoğu beton içinden, sıva sıçramış doğramadan bakar çorak araziye.
* * *
Kitaplar yaşananları güçlendirir zihinde, direnci arttırır ve özgürleştirir insanı. Bu kitap da, bana hatırlattıkları ve düşündürdükleri yanı sıra umudu da taşıyor son kısmında: YERİNDEN yönetimin, şehrin öz yönetiminin, halkın öz talepleriyle geçmişle geleceği bağdaştırmasının güzel olumlu örneklerini de vererek.
İşgalin nasıl plan haline geldiğini, ulaşımın nasıl ranta yönelik tasarlandığını, kent meclislerinin işlevsizliğini, yeşil alansız beton boğulmalarını, hepsini şehrine yazıyla müdahil olan bir yazardan okuyup, yeniden bilmelisiniz.
Bu konularda çok emek vermiş İlhan Tekeli bir makalesinde temsili demokrasi ile katılımcı demokrasinin özellikle yerelde ilişkilendirilmesinin önemini vurgular ve yerellikte kimlik hiyerarşisinin olamayacağının altını çizer. En önemlisi de her türlü yerinden etmenin en etkin bir katılımcılık aleyhtarlığı olduğunu vurgular. Evet, demokrasiyi durdurma faaliyetidir bu.
Kendi kaderini tayin hakkının artık ulusal egemenlikten çok yerel özyönetim olduğu çok açık, “çeşitliliğin bereketi” yoksa hiç çıkmayacak ortaya! Yani ve daha doğrusu siyasal faaliyet tamamen ortadan kalkacak. (BE/HK)
* Büşra Ersanlı, Prof. Dr., Marmara Üniversitesi İngilizce Siyaset Bilimi, Uluslararası İlişkiler