"Bir erkeği hiçbir şey mahvedemez, kötü bir kadından başka!"
"Dünyadaki en iyi varlıklar kadınlardır; en kötüleri yine kadınlardır!"
"Kadın, erkek gibi davranamaz!"
"Karımın herkese şekerim demesinden hoşlanmıyorum!"
"Yanlış bir şey yaparsan öldürürüm!"
"Bu saate kadar neredeydin?"
"Fazla kitap okuma, hemen uyu!"
"Beni terk edersen boğarım!"
"Beyaz gelinlikle geldin, beyaz kefenle buradan çıkacaksın!"
"Çocuğun benden olduğu ne malum?"
"Kürtaj olmak istemiyorsan, kendin bakarsın!"
"Her bir varlığın yaradılışının arkasında bir felsefe vardır; çiçek koklanmalı, su içilmeli; kadınlar erkeğin zevki için yaratılmıştır."
İslamcıların İran'daki devrimi sahiplenip din güdümlü bir rejimi empoze etmesiyle kadınların başına gelenler o zamandan günümüze gündem oluşturuyor. Humeyni'nin önderliğindeki hareketin iktidara geçmesinden önce kadınların sonsuz özgürlükler ve haklar sahibi olduğuna dair mitolojinin yıkılması içinse Saeed Nouri'nin "Erkeğin Gözünden Kadın" (Zan be ravayat e mard/Women According To Men) başlıklı belgesel biçilmiş kaftan.
Rotterdam'da düzenlenen IFFR 2020'ye katılmış kolaj eserde 1979'a kadarki İran sinemasından alıntılanmış 120'den fazla sekansla erkek egemen bir endüstride erkek bakışının pespayeliğine doyamıyoruz. Fakat aynı zamanda İran toplumunun ayrıntılı bir röntgenine de uzun uzun bakakalıyoruz.
Âşık olup duygularını dışa vuran kadının "orospu"luğundan babası yaşındaki adamla zorla evlendirilene, sokakların kadınlar için tekin yerler olmamasından erkek sinema seyircisinin uzun uzun seyretmekten zevk aldığı tecavüz sahnelerine, ayrıca başarılı ve eğitimli kadınların betimlendiği filmlerin piyasada iş yapmamasından avukat kadın olduğu için savunmasını ona yaptırmak istemeyen erkek müştekiye, gayet geniş bir yelpazeyle karşı karşıyayız.
Namus, namus, namus!
Filmin başından itibaren İran'ın tarihini irdelerken sinemayla alakalı malumatla da donatılıyoruz. Mesela 1979 devriminde islamcıların sinemalara saldırıp salonları ateşe vermeleri yeterince manidar. Ne de olsa film sektörünün ülkeye yüzyılın başında girmesinden itibaren kadının binbir türlü sureti filmlerde cesurca teşhir edilmiş, gericiler ise buna asla tahammül edememiştir. Sinemayı bir zeval ve bayağılık sanatı olarak görenler 1985 yılında buldukları tüm kurmaca filmleri yakmışlar.
Belgeselde muhtelif sekanslarını izlediğimiz filmlerin ekserisi her ne kadar eleştirmenlerin geçer not vermediği filmler olsalar da İran'da erkek bakış açısını layıkıyla yansıtıyor. Belgeselde Abbas Kiarostami gibi ustaların yanında 1979 sonrası adlarını pek duymadığımız Ermeni yönetmenlerin filmlerinden alınmış sekanslar da bol.
Müslüman kadınların oyunculuk yapmasının kesinlikle lanetlendiği İran sinemasının ilk yıllarında Türkiye'de olduğu gibi aktrislerin gayrimüslim olduğunu tahmin edebiliyoruz.
1932'de bu işi yapmış olan ilk Müslüman kadın oyuncu Rouhangiz Saminejad adını ve soyadını değiştirmek zorunda kalmış, ilk kadın yönetmen Shahla Riahi 1956 yapımı filmi Marsan erkek seyirciler tarafından yuhalanınca başka bir film çekememiş.
Masume Khakyar'ın ise perdede ilk öpüşen kadın olduğu, babasının oyunculuk yapmasına karşı çıkması yüzünden intihar ettiği aktarılıyor.
İran sinemasında kadınların ekseriyetle köylü (geleneksel) ve şehirli (modern) olarak iki klişeye ayrıldığını, köylü kadınların kendi işleri dışında erkeklerin işlerini de yaptığını, şehirli kadınların ise genellikle kocalarına cici bir eş ve çocuklarına şefkatli bir anne olmaları beklendiği yansıtılıyor.
Namus meselesi yüzünden kızını kırbaçlayan baba, çarşafa alışması için üç yaşındaki kızına çarşaf giydirme şakası yapan baba, zengin olduğu için yaşlı bir adamla kızını zorla evlendiren baba ve daha neler neler...
"Kuzu kılığında kurtlarla dolu"
İran'ın sanayileşmeye ve petrol zengini olmaya başlamasıyla refah düzeyi artmış, köyden kente göç aniden hızlanmıştı. Saf ve temiz köylü kızları uyarırken Tahran'ın "kuzu kılığında kurtlarla dolu" olduğu söyleniyordu.
Şehirli kadın aslında daha şanslı ve "ileri"ydi. Fakat tüm sinemalarda olduğu gibi İran sinemasında da kadın sahiden sahip olabildiği özgürlüklerden çok daha fazlasına sadece perdede sahip olabiliyordu. Belgeselde tabii ki raks edip şuh şarkılar mırıldanan, dekoltesi cömert, erkekleri baştan çıkarmakta ustalaşmış, fazlasıyla şehvetli kadın tiplemesine de rastlıyoruz. Hatta pala bıyıklı bıçkın erkek rollerine bürünmüş birçok aktris adeta Fatma Girik'e göz kırpıyor!
Fakat İran modernizasyona hızla koşarken gayet eğitimli ve başarılı olmasına rağmen bir kadının yeni bir işe girmek için kocasından yazılı izin alması gerektiği de belgeselde yüzümüze çarpılıyor.
Ayrıca fiziksel olarak çocuk doğurma yetisi olmayan kadının eve kumayı kabul etme zorunluluğu da!
Kadınlara boşanmak için başvuru hakkı kanunen tanınmış olmasına rağmen kocadan kurtulmanın dolambaçlı yolları da unutulmamalı.
Bu arada terk edilmiş kadın zaten ya "orospu" oluyor, ya da gece kulüplerinde dansöz!
Zaten İran sinemasında aşk hiçbir zaman kolay yaşanmıyor.
Yaşansa da çiftler arasında mutlaka resmî bir bağ olması bekleniyor; mevzubahis bağ olmayıp cinsî münasebetin skandal şeklinde ortaya çıkma ihtimali belirdiğinde birliktelik apar topar zoraki bir evliliğe dönüştürülüyor.
Mazisinde kendisine karşı şantaj olarak kullanılabilecek bir hatası varsa, kadının vay haline!
Bir de mutlu bir evlilik sürdürdüğünüzü düşündüğünüz kocanızın hiç beklemediğiniz anda size enteresan bir dayatması olabilir.
Belgeseldeki siyah beyaz filmde varlıklı ve gayet uyumlu çift sohbet etmektedir. Koca, çalışma hayatında temas halinde olduğu bir iş adamından bahseder; kariyerinde ilerlemek için o adamla iyi ilişkiler içinde olması lazımdır. Koca zevcesinden adamı tavlamasını ister: "Tıpkı zamanında beni tavladığın gibi!"
Sinema perdesinde de olsa, ahlaksızlığın vardığı bu radde belli ki İran'daki İslamcıları bir zamanlar çok kızdırmış. Dolayısıyla 1979'dan sonra ailenin ve bilhassa kadının namusunu korumak için ellerinden geleni artlarına koymamışlar. Azalarak da olsa, ölüm cezaları ve recm vakaları sık sık dünya gündemine düşmeye devam ediyor.
Türkiye sineması ile İran sinemasınındaki kadın imgesinin aşırı benzerliği göz önüne alınıp bazılarınca o çok arzulanan şeriatın günün birinde Türkiye'de de uygulanacağı tasavvur edilirse, her gün vuku bulan kadın cinayetlerine recmler de eklenir mi acaba?
(RL/AÖ)