Fransa’da öğretmen Samuel Paty'nin Çeçen bir mülteci tarafından korkunç bir şekilde katledilmesinden çok kısa bir süre sonra başlayan dönem, nefret ve umutsuzluk üzerine söylemleri arttırdı. Paty’nin, Charlie Hebdo’da yayımlanan peygamber karikatürlerini sınıfta gösterme kararı ve onu izleyen süreçte gerçekleşen katliam, Müslüman karşıtı duyguları yoğunlaştırdı ve İslamofobi kavramını yeniden tartışmaya açtı. Müslüman bireylere, kolektiflere veya ibadet yerlerine karşı yeni bir şiddet dalgası başladı; sembolik bir şiddet olarak küçümseme veya çok somut bir şiddet olarak camilerin yağmalanması… (Montélimar, Bordeaux, Béziers vb.) Ayrıca Eyfel Kulesi altında başörtülü kadınlara yönelik ırkçı ve silahlı saldırı, çeşitli Müslüman örgütlerden aktivistlere yönelik katliam çağrıları… Bunlar çok kısa süre içerisinde gerçekleşti.
Son günlerdeyse daha düşük düzeyde de olsa, çeşitli sol örgütler ve aktivistler hedef alındı: Fransız Komünist Partisi’ne "işbirlikçi" etiketi yapıştırıldı; Boyun Eğmeyen Fransa (La France insoumise) milletvekillerine karşı şiddet içeren kampanyalar başlatıldı; muhalif gazetecilere karşı sindirme çalışmaları hız kazandı; sendika aktivistlerine karşı ölüm tehditleri yayınlandı.
Bu ırkçı şiddet ve nefret patlamasında Fransa hükümetinin sorumluluğu tartışılamaz. Örneğin Gérald Darmanin, "helal gıda satışı yapan marketler" ve "ayrılıkçılık" arasında bir ilişki kurmaktan kaçınmazken, Eğitim Bakanı Jean-Michel Blanquer, "İslamo-solculuğun" rahatsız edici olduğunu ilan etti ve bu hareketlerin üniversiteleri bir kangren gibi kemirdiğini söyledi. Blanquer, “bu islamo-solculuk La France insoumise gibi, küstahça orada büyük bir kargaşa yaratıyor” diye demeç verdi! Blanquer’ye göre üniversitelerde tercih edilen bu görüş taraftar toplamamalıdır! Mesaj açık: Bu örgütler ve kişiler son haftalarda gerçekleşen saldırılarda suç ortağıdır!
Bir kez daha görüldü ki Fransa'nın Müslüman vatandaşlarının dinleri, dilleri ve sembolleri siyasi alanda, ana akım medyada ve sosyal medya ağlarında aşağılanabiliyor, hor görülebiliyor ve kötülenebiliyor. Dahası, “laik” Fransa, başörtüsüne saldırıda belki de Dünyanın en sert toprağı halini alabiliyor. Ve bir kez daha ülkeyi yöneten bir avuç elit seçkinler ve Fransız toplumunun bir kısmı radikalleşmenin gerçek kökenlerini inkâr ediyor.
İslamofobi ve devlet ırkçılığı
Fransa'da son haftalarda Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hükümeti kışkırtmalarıyla egemen sınıfların İslamofobik ve otoriter çizgide sergiledikleri politikalarda eşi görülmemiş bir derinleşme yaşanıyor. Herkesin gözü kulağı hükümetin açıklayacağı pandemi destek paketindeyken ve sosyoekonomik kriz derinleşmişken gerçekleşen bu tartışmalar, krizin odak noktasını değiştirse de yine de hala sağlık krizi en önemli konu ve alınan “sıkı” tedbirlerle karşı sokaklar yine hareketli.
Son zamanlarda görülen bir gerçek var ki o da Müslüman nüfusa ve ibadet yerlerine yönelik saldırılar ve şiddetin arttığıdır. Macron hükümeti İslamofobi mağdurlarına yardım sağlamak için kurulan “Fransa'daki İslamofobiye Karşı Kolektif” (CCIF) gibi 50'den fazla Müslüman derneğini yasaklamak ve dağıtmayı hedefliyor. İçişleri Bakanı Gerald Darmanin, Pantin Camii kapatılırken insani yardım derneği BarakaCity'nin feshedildiğini duyurdu.
Fransa hükümetinin bu politikaları, aşırı sağ örgütlerin söylem ve tezlerini meşrulaştırıyor ve onların ırkçı tutumlarının ne denli tehlikeli olduğu konusunu önemsizleştiriyor. Böylece Müslüman nüfusu ve sembolleri hedef alan şiddeti teşvik ediyor. Devlet eliyle ırkçılık ve şiddete meşru zemin açılıyor.
Fransa’da yayılan İslamofobi’nin kökleri sömürge ve emperyalist politikalara dayandığı için yeni bir fenomen değil. Bununla birlikte, İslamofobi kavramı diğer Batı ülkelerinde El Kaide'nin 11 Eylül saldırılarından bu yana yoğunlaştı. Bu son İslamofobik saldırı, Macron hükümetinin sarı yelekliler hareketinden bu yana devam eden toplumsal memnuniyetsizlik ve sağlık krizi zemininde siyasi zorluk ve güçlükle karşı karşıya olduğu bir dönemde gerçekleşiyor. İlginçtir ki, Macron seçimler arifesinde ve sonrasında İslamofobiyi başkanlık döneminin güçlü bir odağı haline getirmedi. Kampanyası sırasında kendisini Marine Le Pen'in aşırı sağının reddi olarak sundu ve daima bunu tehlikeli bulduğunu savundu. Eski Başbakan Manuel Valls'in İslam'a olan saplantısını eleştirdi ve sömürgeciliği bir insanlık sucu olarak nitelendirdi.
İslamofobinin aslında Fransız egemen sınıfları için ikili bir amacı var. Bu, işçiler arasında bir bölünmeye yol açan, onların yan yana gelmesini engelleyen bir durum. Bu da emekçi yığınların sosyal haklar için birlikte mücadelelerini zorlaştırır. “Fransa Cumhuriyeti” miti etrafında buluşan “beyaz” Fransız emekçisi, sözde kadın hakları savunucusu, eşitlikçi, kardeşlikten yana, emekçileri koruyan “Cumhuriyet” etrafında toplanırken, siyah, Müslüman, solcu ve “ötekiler” her zaman dışarıda kalıyor. İslamofobi Fransız emekçisinin en başlıca sorunu olmasa bile, isçi sınıfını bölen temel problemdendir ve hükümetler için kullanılmaktan kaçınılmayan bir gerçekliktir.
Bu bağlamda, Fransız hükümetinin neoliberal politikaları ve kemer sıkma önerilerinin gerçekleşmesi için tüm popüler ve ırkçılık karşıtı girişimleri kırması elzemdir. İslamofobi ve ırkçılığa karşı 10 Kasım 2019'daki başlayan kitlesel eylemlerin bastırılması buna bir örnektir. Fransız hükümetinin otoriter ve ırkçı saldırılarını kınarken, İslami köktendinci ve cihatçı hareketlere de karşı çıkmalıyız. Bu perspektiften, köktendinciliğin Ortadoğu'ya veya ağırlıklı olarak Müslüman toplumlara özgü olmayan uluslararası bir fenomen olduğunu da unutmamalıyız. Aynı şekilde İslam dini ile köktendinci gruplar arasında da net bir ayrım yapmak gerekir. İslami köktencilik, emperyalist güçlerin devletler ve onların ekonomi politiği üzerinde söz söylemeyebilmek adına körüklediği, sürekli aktif halde tutmak istedikleri bir politikadır. Böylece sınıfsal farklılıklar gizlenebiliyor.
Sağlık krizi yönetimi
Fransa’da son haftalarda düşüşe geçen vaka sayılarına rağmen, hastanelerin doluluk oranları yine endişe verici. Sağlıkta olağanüstü hâl öldürücü önlemler almaya itti. Fransız toplumu bu öldürücülüğün günümüz sorunu değil, yıllar sonra ortaya çıkacak kanser gibi diğer önemli hastalıkların tedavisinin gecikmesiyle alakalı olduğunu tartışıyor. Aynı zamanda öldürücülük emekçilerin virüsün bu kadar yaygın olduğu bir dönemde çalışmaya zorlanmasıyla da ilgili. Hükümet her zaman yaptığı şeyi yapmaya, kâr edeceği alanları çalıştırmaya öncelik vermeye devam ediyor. İşe gitmeye devam edilen bu yeni "kapanma", özellikle giderek otoriterleşen bir mantığın parçası olduğu için, pandemiye karşı etkili bir mücadele verilemiyor.
Hükümetin sloganı şu: Kontrol et, takip et ve çalıştır!
Bu yeni felaket senaryosunda, sınırlı olan tek şey sosyal hayat. Bir yandan sağlık krizi nedenleriyle temel özgürlüklerin kısıtlanması, diğer yandan çalışmak zorunda kalanların işyerlerine giderek Rus ruleti oynamak zorunda kalmaları.
Salgını kontrol altına alma durumunun getirdiği kısıtlamalar, salgının yeniden hızlanmasıyla ortaya çıkan korku ile birleştiğinde, bireylerin bireysel olarak bu durumu bir seferberlik olarak algılamasını engelliyor. Yine de siyaset yaparak bu işi bitirme çabasında olan Macron, hazırladığı ufak ekonomik destek paketleriyle en fakir kesimin korkularını bastırmayı deniyor. Aynı zamanda sokak hareketliği engellenemediği için, sokakları boşaltmak adına süreklileşen bir polis şiddeti mevcut. Bu şiddet Müslüman nüfus İslamofobi karşıtı gösteri için sokaktayken de gerçekleşiyor, emekçi yığınlar hak talebinde bulunduğunda da. Kontrol toplumu, korku toplumuna döndürülmek istenirken, Kasım ayının son haftası tartışılan en önemli konu, artık Fransız Hükümetinin salgın boyunca ve sonrasında psikolojik olarak kendini iyi hissetmeyen nüfusun yüzde 30’una karşı bir plan yapması gerektiği. Ölme korkusu ve salgının daha da sürecek olduğunun verdiği korku polis şiddetiyle birleşince, korkuların hâkim olacağı bir “Cumhuriyet” kapıda gibi görünüyor. (NY/AS)