Doğup büyüdükleri toprakları, sevdiklerini, evlerini, geçmişini arkada bırakıp başka topraklara sığınan mülteciler dilini bilmedikleri yeni ülkede hayata tutunmaya çalışırken toplumun onlara biçtiği kimlikler çerçevesinde yaşamaya çalışıyorlar.
Göçmen karşıtlığı dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de gündelik yaşamda katı bir şekilde kendisini gösteriyor. Avrupa’da mültecilerin sınır dışı edilmesi amacıyla düzenlenen kampanyaların sayısı giderek artarken Türkiye’de de ana akım medyanın da etkisiyle Suriyeli sığınmacılar toplumda tehdit olarak görülüyor.
Uluslararası göç politikaları ülkeden ülkeye değişse de ulus devletlerin sınırlarını kontrol etmek, ulusal kimlikleri, vatandaşlarını korumak, ve sığınmacıların barınma, çalışma, eğitim ve sağlık haklarını sınırlandırmak üzerine yoğunlaşmış ve insan faktörünü yeteri kadar dikkate almamıştır. Türkiye’nin mülteci hukuku, 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne dayanmasına rağmen uluslararası hukuk tanımlarından farklı olarak mülteci ve sığınmacı kavramları coğrafi kısıtlamaya göre belirlenmiştir. Bu nedenle Türkiye sadece Avrupa Konseyi üyesi ülke vatandaşlarına mülteci statüsü verebilmektedir.
Avrupa Konseyi üyesi olmayan ülkelerden gelen kişilere 1994 İltica Yönetmeliği ile üçüncü bir ülke tarafından mülteci olarak kabul edilinceye kadar Türkiye’de ikamet etmelerine izin verilerek “geçici sığınma” tanınmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’ye sığınan Suriyeliler ‘misafir’ olarak kabul edilmişlerdir ve mülteci statüsü alamaları için coğrafi kısıtlanmanın kaldırılması gerekiyor. Misafir statüsü ile Türkiye’de bulunan Suriyelilerin sınır dışı edilme korkusu ile yaşamak zorunda kalmalarının yanısıra barınma, çalışma, sağlık ve eğitim hakları da yok. Bunların yanısıra Suriyeliler Türkiye’nin birçok şehrinde linç girisimleri ile karşı karşıya kalıyorlar.
Suriyeliler için ‘yurt’ kelimesi artık hayatın kendisi, hayatın onları götürdüğü duraklar ve bu duraklarda toplum tarafından istenilmemek, ırkçılığa maruz kalmak, gidecek başka yerlerinin olmaması, devlet politikası ile kaçak çalışmaya mahkum edilmek, hukuki statülerinin ve güvencelerinin olamaması Suriyeli göçmenlerin yaşadığı başlıca sıkıntılar arasında. Çoğu sığınmacı statüleri olmadığı için kendilerini güvende hissetmiyorlar ve bununla birlikte hem duygusal hem de yapısal olarak sığındıkları toplumda yer edinemediklerini, iş bulamadıklarını, kaçak çalışmaya mecbur edildikleri için emek sömürüsüne maruz kaldıklarını ve hayatlarını kurmakta güçlük çektiklerini vurguluyorlar.
Suriyelilerin yaşamlarını tehdit eden ırkçı saldırılar; işsizlik ve suç artışı gibi sorunlar üzerinden kendine yer buluyor. Geçmişte ve günümüzde Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi, Alevi ve Romanlara da yapılan ayrımcılık ve ırkçılık şimdi de Suriyelilere yapılıyor. Hükümet, Suriyeli sığınmacıların güvenligini sağlamayıp, insani haklarını da vermediği gibi maruz kaldıkları linç girişimlerini görmezden geliyor. Ana akım medya, bazı siyasetciler ve köşe yazarları da bu sorunlar üzerinden Suriyelilerin varlığını tehdit olarak görüyorlar ve Türkiye’nin birçok şehrinde gerçekleşen Suriyelilere yönelik saldırıları teşvik ediyorlar. Ölümden kaçıp Türkiye’ye sığınan Suriyeliler sığındıkları ülkede de ölüm tehlikesi ile yaşıyorlar. Görülmek istenmeyen ve giderek artan yabancı düşmanlığı, nefret söylemi, linç saldırıları ve ırkçılığı önlemek için hükümetin, Suriyelilerin yaşamlarını güvence altında sürdürebilmeleri, toplumun bir parçası olarak görülmeleri ve çalışma, barınma, eğitim, sağlık haklarına sahip olmaları için yasal düzenlemeler yapması gerekiyor. İleride telafisi zor olacak durumlardan kaçınmak için ana akım medyanın, bazı köşe yazarlarının halkı ırkçılığa davet eden söylemlerden kaçınmaları, karşı çıkılması gerekenlerin Suriyeliler değil, Suriyelilerin emeğini sömüren, içinde bulundukları durumdan yararlanan Türkiyeliler olduğunu hatırlatmaları gerekiyor. Sığınma hakkının insan hakkı olduğu unutulmamalı. (DŞ/HK
* Dr. Doğuş Şimşek, Koç Üniversitesi, Göç Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi
** Fotoğraf: Özge Elif Kızıl / Suruç-AA