Türkiye bugünlerde, -son 12 yıldır- belki de hiç gerçekleşmeyeceğini düşündüğü bir çekirdeğin içinde yeniden filizleniyor. Umut alıp başını gidiyor, eller ellere dolanıyor, gözler yılgınlığın çapağından arınırken direniş; düşlenmeye, niyetlenmeye, bir yanlarımızın eksildiği gölgemizden çekilip ötekilerin gölgelerine düşebilmeyi ve cesareti öğretiyor.
Bize neler olmuştu? Hep birlikte delirmenin son raddini yaşadığımız günlerden bu günlere iyileşebilmenin mümkününü nerede bulmuştuk? Neler eksilmişti de neleri doldurabilmenin yollarını ummuştuk?
Bize olanlar olmuştu. “Artık bu kadarı da olmaz,” dediğimiz her şey olmuştu. Adaletin bozuk plak misali dönüp durduğu bu karanlık yokuşta direnişin kaçınılmazlığı yanı başımızda durmuştu. Öfke ilk kez patolojik bir gösteren olmaktan çıkarak, çoğullukta vuku bulmuştu. Öfkelenme özgürlüğümüzün tutsak edildiği bu son 22 senede, haykırmanın başkaca yollarını arayıp dururken, en iyi bildiğimiz isyan dinamiklerinin renkleri yeniden dokunmuştu.
Sahi, bize neler olmuştu?
Toplumsal sağalmanın yolu politikacıların hatalarıyla yüzleşebilirliği, hesap verebilirliği, güvenirliği ve dahası hitap ettiği toplamın yas’lanabilme özgürlüğünü kollamasından geçer. Bu geçen 22 yılda, yüzleşmek istedikçe adeta yok olmaya söz vermiş bir siyasi erkin kendini dayattığı vahşet etabında, topluma düşen seyirlik oyunlar izlemekti, günden güne.
“Onaracağız” dedikleri her şeyi, ellerine gözlerine bulaştıran siyasi akıllar, hesap vermek şöyle dursun acılarımızla alay ederek, bırakın hesap vermeyi yası boyunu aşmış herkese türlü bedeller ödettiler, özür dilettiler, göz göre göre izlettiler ve en sonunda “öyle bir şey yok” dediler. Bu günlere elbette kolay gelmemiş, birilerinin keyfi adaletinin, bahşedilmiş merhametinin, narsisistik eziyetin kurbanı olmamayı Gezi’de öğrenmiştik. Neleri var edebildiğimizi yine ve yeniden direnerek öğrendiğimiz bir tarihi unutmamaya söz vermiştik.
Son 22 yılda elimizden alınan bu başka bir “biz” olma halinin getirdiği yükselme; insan canlısının haddini aştığından, sokak yalnızca bir gösteren değil, öteki ile buluşma alanı olarak, unutulan pozisyonunu yeniden muştuladı, tam da bu yüzden “normalleşemiyoruz”. Tek’in yetkesinin, biz’in varlık alanına sürdüğü yılgınlığın son kavşağında oluşumuzun farkındayız artık, normalleşemiyoruz.
Bir ülkenin elinden “değişebilir”liği alıp, o ülkeyi “daimi”liğe mahkum ettiğinizde, direniş kaçınılmazdır. Neşeyi tekilliğe mahkum ettiğinizde direniş kaçınılmazdır. Güzelliği tek’e demirlediğinizde direniş kaçınılmazdır. Kahkahanın izlerinden özgür yaşam düşünü çaldığınızda direniş kaçınılmazdır. Sayısı giderek katlanan acıların içinden pervasızlıkla çıktığınızda direniş kaçınılmazdır. Vurdum-duymazlığın hitabet gezegenine dönüştüğü yerde direniş kaçınılmazdır. Rezil düzeneklerin karaya vurduğu yerde direniş kaçınılmazdır. Arlanmazlığın mevcudiyete büründüğü yerde direniş kaçınılmazdır.
Ve bugün, kaçınılmaz direnişin yarattığı tutku, topyekûn kendi varsıl tabiatımıza yaslandığındandır ki, içimizin bir yanında coşku pareleniyor. Ülkenin sokaklarında hare hare yanan özgürlük, karanlık ne kadar bastırırsa bastırsın, bir yanlarımıza iyi geliyor. Kurtuluşun tek başına olmadığını gülümseyerek haykırdığımızda anımsıyoruz, yalnız olmadığımızı. Bu öğretilmiş yoksunluk girdabında bir başına olmadığımızı hatırladığımızda işte hep birlikte iyileşiyoruz, hiç değilse bir nebze, bu kez “normalleşmiyoruz”.
Esas “normal olmayan” bu güne kadar yaşadıklarımızdı. İşte bu yüzden bu kaçınılmaz direnişin “normalleşemeyen” özneleriyiz artık. Biliyoruz acılarımızı paketleyemez, bireyselleştiremez ve savuramazlar. Yan yanalığın tadına vardığımız bu son çeyrekte, direnişin kaçınılmazlığı “hiçbir şey olmasa bile” estetik bir oluştur.
Belki de;
kovalamak güzeldir kaçmaktan,
ışık büyüktür karanlıktan
gitgide içimizde çoğalırken umut
bağırmak yaşamaktır susmaktan.
Direnişin sesinde çoğalmak dileğiyle, normalleşmeyin, hiç değilse bir kez. (EP/TY)