Tıknaz, orta boylu, geniş omuzlu, çok gülen ya da çok somurtan, hatta yakışıklı da diyebileceğimiz bir erkek Nicolas Sarkozy. Muzip ve eğlenen bakışları haddinden fazla Avrupalı. Bir de kadınlarla arası iyi, haddinden fazla iyi... Nasıl olmasın ki?
Sarkozy güttüğü aşırı milliyetçi, ırkçı politikalara rağmen öyle anlaşılıyor ki kadınlarla ilişkilerinde, "iktidar sahibi" -az ya da çok, muhalif iktidarı ya da düzen iktidarı- birçok erkekle kıyaslandığında epey "feminist" bir tutum içinde.
Sarkozy cumhurbaşkanı seçildikten çok kısa bir süre sonra eşi Cecilia'dan boşandı, şimdilerde İtalyan model ve şarkıcı Carla Bruni'yle "dolu dizgin" bir aşk yaşıyor. Açıkça ve keyifle.
Fransa medyası da bu "açıklığa" alışık olmadığı için şaşırdı. Sarkoyz tatile cumhurbaşkanlığı uçağıyla gitmediğini açıklarken durumu kendi açısından da bir cümleyle çok güzel özetlemiş aslında: "Cumhurbaşkanları daha az mutlu olacak diye bir şey yok. Arkadaşımın uçağıyla gittik." Sarkozy, François Mittérand'ın "gizlediği çocuğu ve sevgilisini" de anımsatarak, bu açıklıkla iyice yüzleştirmiş Fransa medyasını.
Hakikaten Fransa bu "gizli kapaklılıktan" o kadar sıkılmıştı ki Sarkozy bu ilişkisiyle sempati topladı bile diyebiliriz.
Her zaman hatırlamak istemesek de ya da tersi örnekler bulup çıkarsak da, cumhurbaşkanı olsun olmasın neredeyse bütün "iktidar" erkekler eşlerini ya da sevgililerini hayatlarında bir gölge gibi varetmek ya da mümkünse hiç varetmemek isterler.
Birlikte görünmeyi ya da sosyalleşmeyi gerektiren her şeyden kaçarlar. Kadınlarınsa, ilişkilerini saklamak için özel bir nedenleri yoksa tutumları asla böyle olmaz. Sözünü ettiğimiz kadınların eğitimli ya da eğitimsiz olmaları, çalışıyor ya da çalışmıyor olmaları, yaş aralıkları ya da geldikleri sosyal sınıf hiç fark etmez üstelik, daha doğrusu bu durumun kendisi sosyal konum, toplumsal sınıf filan dinlemeden hep aynı şekilde yinelenir.
İlişkinin mahremiyeti eksiksiz ve kusursuz bir biçimde yaşanmaya devam eder dururken, toplumsal alandaki "yasaklılık, gizlenme" halini erkekler "özgür kalmak istemek", "yaşamda tek başına varolmak istemek" gibi karşı çıkılamaz hak talepleriyle açıkladıklarında yapacak fazla bir şey de yoktur.
"Ben tek başıma varolmak istiyorum" meseleye son noktayı koyan bir cümledir. Peki hakikaten böyle midir?
Erkek tek başına varolmak ister de kadının tek başına varolmak istemek gibi bir derdi omadığı sonucu mu çıkar buradan? Kadınlık halinin siyasası da "tek başına, birey" olarak varolmayı içerir aslında. Ancak erkek kendisiyle ve varoluşla kurduğu iktidar ilişkisi arasına bir kadın girsin istemez. "Bir kadın" derken.. Hobiler filan girebilir mesela... Bir başka kişilik, bir başka şahsiyet girsin istemez...
Uzun bir zaman kadınlar kendi hayatlarının değil, erkeklerin hayatının öznesi olarak yaşadıklarından, feminist uyanışa ve mücadeleye rağmen, bu kısmen hala böyle olduğundan kadınların kendilerini aşk ya da başka bir şey uğruna erkekler için feragat etmesi beklenir. Doğal karşılanır. "Kadınlar da bu akışa kendilerini kaptırırlar mı" meselesi biraz karışık. Bu çoğu zaman tek taraflı bir durum değildir zira. Yani böylece kestirilip atılamaz.
Erkeğin kadını bütünüyle görünmez kılan ya da silikleştirerek var eden "tek başına varolma arzusu" gerçekte bir varoluş derdinden çok bir "ego" meselesidir, iktidarın yalnızlaştırıcı etkisiyle şekillenir. Çünkü erkeğin, bir kadını hayatının "itiraf edilebilir", "görülür", "söylenmiş" bir parçası olarak kabul etmesi, "kendi kendine varolmak"la çelişen bir durum değildir. Hatta aksine çoğunlukla kadınlar "...'nın sevgilisi-karısı" olurlar. O nedenle bana kalırsa bu bir varoluş sıkıntısı, sorunu falan değildir. Bu başka bir mesele...
Oysa diyelim bir siyasetçinin, bir cumhurbaşkanının, bir yöneticinin, bir pop starın, bir fikir önderinin, bir muhalifin, bir devrimcinin bir kadını hayatının bir parçası olarak görünür kılmasıyla bütün taşlar yerinden oynar . Yani onun algısı böyle olur. Oysa kadınların "sıradan" diye küçümsenen "meşruiyet" beklentisi erkek dünyanın dokunulmazlık arzusundan daha az sıradan değildir.
Kadın erkeğin egosunu kendi tekilliği üzerinden bütünleyecek kurgusuna davetsiz misafir gibi çıkagelir... Kadınlar kendi varoluşlarını aşk ilişkilerinde tekliklerini korumak isteyerek sağlama almazlar.
Uzun sözün kısası, konumuza dönersek, beğenmediğimiz faşist, ırkçı dediğimiz Nicolas Sarkozy işte böyle yapmadı. Cecilia'dan boşanırken de, hayatının "bir kadın" ekseninde vuku bulan bu kısmını saklamaya gerek duymadı. Büyük ihtimalle, yine beğenelim beğenmeyelim, kendi olmayı başardığı ve bunu kendi dışında başka bir özneye bağlamadığı için...
Carla Bruni'yle birlikte olmaya başladığında da ciddiyetine, yalnızlığına, özgürlüğüne bir halel geleceği kaygısıyla davranmadı. Erkek egosunu, sevgilisiyle Mısır'da denizde yüzerken ıslattı... Siyasetçi egosunu "siyasi arenada" saklı tutumayı becerdi. Carla'yla anıldı, dünya kamuoyu onu "Carla'nın sevgilisi" bildi diye kendine bir "cendere" üretmedi. O böyle yapınca da kimse onun cumhurbaşkanlığıyla Carla'nın sevgilisi olma halini birbirine karıştırmadı.
Dedikoduda Türkiye'den aşağı kalmayan Fransa medyası "Nerede ve ne yaptıkları" dışında bir kanca atamadı bu meseleye. Sarko cool davrandı çünkü, "kasmadı"...
Bizde biraz bunun aksi olur... Ya ortada meşruluk timsali olarak bir evlilik vardır ya da sevgililer aslında sevgili değillerdir. (NZ/TK)