1979 Devrimi’nin yükselttiği antiemperyalist havanın etkisiyle ABD karşıtı bir dış politika yürütmek zorunda kalan ve aynı zamanda İslamcı bakış açısıyla Filistin davasına destek veren İran İslam Cumhuriyeti, uzun zamandır ABD ve İsrail için “halledilmesi gereken bir sorun” olarak görülüyor.
İslam Cumhuriyeti önce Lübnan’da Hizbullah’ın kuruluşu, sonra da Filistin’de Hamas’ın yükselişiyle bölgesel bir aktör haline gelmişti. Afganistan ve Irak’ın işgaliyle birlikte kuşatılmış gibi görünen İran, Şiiler üzerinden Irak’a nüfuz etmiş, daha sonra da Suriye’deki iç savaş sürecinde (Rusya ve Hizbullah’ın da desteğiyle) Esad’ı belli bir süre iktidarda tutarak kendine geniş bir etki alanı yaratmıştı. Fakat 7 Ekim sonrası İsrail’in soykırımcı savaş makinesi önce Hamas’ı, sonra Hizbullah’ı neredeyse etkisiz hale getirdi. Bu ortamdan yararlanarak Suriye’deki cihatçı güçler Esad’ı devirdi. Geçtiğimiz ay ise İsrail, ABD’nin doğrudan desteğiyle İran’a saldırıp askeri ve sanayi altyapısını tahrip ederek bölgedeki güç dengelerini emperyalistlerin lehine çevirmiş oldu.
ABD ve İsrail’in beklentisi doğrultusunda 12 günlük yoğun saldırı sonucunda, İslam Cumhuriyeti’ne karşı kitlesel bir ayaklanma ortaya çıkmadı fakat halk, rejimin yanında da yer almadı (İslam Cumhuriyeti’nin düzenlediği cenaze törenleri ile bazı destek gösterilerindeki kalabalık kitlenin, gerçek anlamda bir kitlesel destek anlamına gelmediğini vurgulamak gerekiyor). Doğal olarak bu savaş yaşanırken Türkiye sosyalist hareketi içinde bulunan parti ve örgütler yapılan saldırıyı kınayan bildiriler ve açıklamalar yayımladı. Fakat bu bildiriler etrafında üçüncü yol tartışmaları alevlendi. Kabaca tarif etmek gerekirse Türkiye sosyalist hareketinin bir kesimi doğrudan İran’ın yanında yer almayı seçti, hatta bazıları toplumsal muhalefeti (işçi sınıfını ve örgütlerini) İslam Cumhuriyeti’ni korumak için göreve çağırdı. Diğer bir kesim ise emperyalist saldırıya karşı İran halkının savunulması ve emperyalizme karşı bağımsız bir mücadelenin örgütlenmesi gerektiği yönünde çağrı yaptı. Bu arada bu bölünme sadece Türkiye’de yaşanmıyor, uluslararası sosyalist örgütler de söz konusu ayrışma ekseninde bildiriler yayımladı.
Çoğu İranlı sosyalist gibi ben de İran’a yapılan bu emperyalist saldırılara karşı İslam Cumhuriyeti’ni savunarak değil, İran halklarını savunmak üzere bağımsız bir mücadelenin örgütlenmesi gerektiğini düşünüyorum. İran sosyalist hareketinin farklı parti, örgüt ve oluşumları bildiriler yayımlayarak bu mücadelenin gerekliliğine vurgu yaptı. Bildirileri okuyanlar açıklamaların doğal bir akış içinde şüphe ve tereddüt içermeden yazıldığını anlayacaktır. Bunu söylerken “İranlı sosyalistler en doğrusunu biliyor, enternasyonalist dayanışma gereği Türkiyeli sosyalistler de onların seçtiği yolu izlemelidir” gibi bir iddia öne sürmüyorum. İslam Cumhuriyeti’ni korumak için sosyalistleri göreve çağıranlar genel olarak, İran rejiminin baskıcı karakterine rağmen ABD ve İsrail karşıtlığının ilerici yönü olduğunu öne sürüyor. Bu tahlilin tek boyutlu salt bir antiemperyalist bakışla yapıldığını belirterek İslam Cumhuriyeti’nin sadece sıradan baskıcı bir devlet olmadığının, iç ve dış çelişkiler açısından gerici bir role sahip olduğunun altının çizilmesi gerektiğini düşünüyorum. Burada mümkün olduğu kadar İslam Cumhuriyeti ve İran sosyalist hareketi arasındaki çatışma veya nefret ilişkisine girmeden, İslam Cumhuriyeti’nin gerçek doğasını ortaya çıkararak bu yapının İran’da gerçek antiemperyalist mücadeleyi gerilettiğini anlatmaya çalışacağım.
İslam Cumhuriyeti’nin doğası
Bir devlet olarak İran İslam Cumhuriyeti’nin doğasını kendimce tanımlamadan önce İran sosyalist hareketinden adı sanı duyulmuş bazı örgütlerin İslam Cumhuriyeti tanımını vermek istiyorum. Erken devrim sonrası tanımlamalara hiç değinmeyeceğim ve sadece güncel tanımları ele alacağım. İlk önce İran’daki en eski parti olan İran Tûde Partisi ile başlamak istiyorum.
2014 yılında, 1979 Devrimi’nin 35’inci yıldönümünde Tûde, yayımladığı bir bildiride İslam Cumhuriyeti’ni kabaca kapitalist teokratik bir diktatörlük olarak tanımlıyor.[1] Halkın Fedaileri-Azınlık’a göre ise İslam Cumhuriyeti bir kapitalist dini diktatörlük. Ayrıca yer yer 1 Mayıs bildirilerinde veya Jîna ayaklanması sırasında yayımladıkları bildirilerde faşist İslam Cumhuriyeti tanımını da kullanıyor. İran Komünist Partisi (Marksist-Leninist-Maoist) İslam Cumhuriyeti’ni teokratik faşizm olarak tanımlıyor.[2] Bu tanımları verirken de İran’ın ezici şiddet kullanan baskıcı, dinci ve emek sömürüsüne dayalı düzenine atıfta bulunuyor. Ayrıca İran’ı yöneten kapitalist ekonomik düzenin antiemperyalist karakter taşımamakla birlikte “emperyalist dünya düzenine” bağımlı olduğunu da öne sürüyor. İran Komünist Partisi ise İslam Cumhuriyeti’ni sömürgeci şovenist kapitalist bir yapı olarak tanımlıyor. Anlaşıldığı gibi İran sosyalist hareketi, İslam Cumhuriyeti’ni kapitalist bir devlet olarak tanımlarken onun baskıcı ve teokratik yönüne de vurgu yapıyor. Faşist tanımı çoğu sosyalist örgüt ve parti tarafından kullanılmakta fakat bu tanımlamada İslam Cumhuriyeti’nin sistematik şiddet uygulaması, dinci, ataerkil veya milliyetçi yapısı genel olarak faşizm tanımının altını doldurmak için kullanılıyor.
Bence günümüzde İran İslam Cumhuriyeti’ni dinci ve askeri yönetimli otoriter kapitalist bir devlet olarak tanımlayabiliriz. İran ekonomisinin büyük bir bölümünü, kamu kurumlarınca yönetilen petrol ve doğalgaz sektörü oluşturuyor. Fakat ekonomi tamamen devletin kontrolünde değil. 1979 Devrimi’nden sonra yapılan bazı kamulaştırmalar bu algının oluşmasını sağlamıştır, ancak 1990 sonrası yürütülen programlarla çoğu sanayi işletmesi ve ticari kurum özelleştirildi veya kamu karakterini kaybetmiş biçimde (Devrim Muhafızları Ordusu-DMO veya vakıflar gibi) devletin içinde olan fakat özel müteşebbis gibi davranan bazı yapılarının eline geçti. Böylece bankalar, fabrikalar, kentsel araziler ve kırsal tarım arazileri, iktidar çemberine bağlı şahıs, kurum ve vakıfların arasında dağıtıldı. Hatta petrol geliri bile bu kurum ve kuruluşlar arasında paylaştırıldı ve sonuç olarak yeni yükselen bir burjuvazi ulusal servetin üzerine çökmüş oldu. Böylece tüm kapitalist sistemlerde olduğu gibi ekonomisi emek sömürüsü üzerine kurulmuş İran’ın da ulusal servetinin çok büyük bir kısmı tekrardan toplumun çok küçük bir oranını oluşturan zenginlerin elinde toplanmış oldu.[3] Bu yoksulluk ve zenginlik sadece insani boyutta gerçekleşmedi, İran coğrafyasını da zengin ve yoksul bölgelere böldü. Birkaç metropol, zenginlik ve kaynak birikiminin merkezi iken ülkenin geri kalanı çoğu temel haklardan yoksun bir biçimde, yoksulluk içinde yaşar hale geldi.
İslam Cumhuriyeti bir yandan da otoriter bir rejimdir. İslam Cumhuriyeti yasalarına göre dini lider, halkın doğrudan oylarıyla değil, 88 din adamının oluşturduğu Uzmanlar Meclisi tarafından seçiliyor. Yargı tamamen dini liderin atadığı bir din adamının kontrolünde yürütülüyor. Seçim yoluyla yasama ve yürütmede görev alacak tüm kişiler önce dini liderin doğrudan veya dolaylı olarak belirlediği kişiler tarafından onaylanıp sonra halkın seçimine sunuluyor. Medya tamamen devletin veya İslam Cumhuriyeti’nin parçası olan cenah ve grupların elinde. İslam Cumhuriyeti’nin uygun bulmadığı herhangi bir bağımsız parti, örgüt veya sivil toplum kuruluşunun faaliyeti yasak (bağımsız işçi ve emek örgütleri dâhil). Ortaya çıkan bağımsız oluşumlar ise sürekli olarak baskı ve tutuklamalara maruz kalıyor veya mücadele haritasından doğrudan siliniyor. Yani İran’da her türlü güç kaynağı dini liderin ve onun etrafında yaratılmış kurum ve kuruluşların elinde bulunuyor.
İran İslam Cumhuriyeti ayrıca teokratik bir rejimdir. İran’da din ve devlet bir bütündür. İslam Cumhuriyeti Anayasası’na göre, 12 İmam Şiiliği İran’ın resmi ve değişmez dinidir. Yasalar İslam’a göre hazırlanıyor ve hukuk sistemi Şii din adamlarının yorumlarına göre yürütülüyor. Anayasa, insanları cinsiyet, dini kimlik ve inançlara dayalı farklı ve eşit olmayan kesimlere ayırıyor, bireysel hak ve özgürlükler dinle çelişmediği sürece geçerli sayılıyor. Hükümetin tüm resmi ve gayri resmi platformları, medya, eğitim sistemi, sözde kültürel ürünler ve benzerleri toplumda dini ilişkileri ve fikirleri yaymak ve teşvik etmek için kullanılıyor.
Bu saydığım özelliklerin yanında İslam Cumhuriyeti, Devrim Muhafızları Ordusu’nun askeri gücüne dayanarak toplumsal muhalefeti sürekli baskı altında tutuyor ve hayatını bu gücün sayesinde sürdürüyor. Daha önce de söylediğim gibi İran İslam Cumhuriyeti’nde kişi veya gruplar cinsiyet, etnik ve dini kimliklerinden dolayı ayrımcılığa maruz kalıyor. Her yıl yüzlerce insan idam ediliyor. Bir kısmı siyasi suçlu olmak üzere, idam edilenlerin çoğu Fars ve Şii olmayan kimliklere mensup (Kürt, Arap veya Beluciler). Emekçiler sendikalaşma gibi sıradan haklarından mahrum iken özlük haklarında iyileşme için yaptıkları eylemler bile sert bir biçimde bastırılıyor. İslam Cumhuriyeti’nin bu ezme ve sömürü mekanizmasındaki en güçlü aracı ise Devrim Muhafızları Ordusu. DMO, İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve bekasında önemli bir yere sahip olduğu, iç ve dış siyasete yön verdiği ve İran’ın ABD ile yaşadığı çatışmada özgün bir yere sahip olduğu için bu orduyu tanımak bize konumumuzu belirlerken yol gösterici olabilir. Bu yüzden İslam Cumhuriyeti’nin askeri yönünü ele alırken DMO’nun nasıl bir güç haline geldiğini daha ayrıntılı bir biçimde ele almak istiyorum.
Bir holding sahibi olarak DMO’nun yönetimdeki yeri[4]
DMO, 1979 Devrimi’nden hemen sonra dini istibdadın inşası yolunda, sol ve demokrat güçleri ortadan kaldırma amacıyla kuruldu. Bu ordunun yasal görevi, dini liderin velayetini ve “İslami Devrimi” korumak olduğundan elinde bulundurduğu tüm gücü istediği gibi kullanabiliyor. Günümüzde DMO’nun silahlı kolu kara, hava-uzay, deniz güçleri ve özel kuvvetlerden (Kudüs Gücü) oluşuyor. Fakat son 20 yılda İran’ın sınır dışı operasyonları yürüten Kudüs Gücü daha çok öne çıkıyor. Yani aslında DMO bir askeri güçten daha fazlası. DMO bir güvenlik gücü olmanın yanı sıra bir toplumsal baskı aygıtıdır, bir istihbarat gücüdür, bir sosyo-kültürel kuruluştur ve ayrıca bir finans ve sanayi devidir.
Silahlı kuvvetlerin yanı sıra, DMO’nun gönüllü milis gücünü koordine eden Besic isimli bir kuvveti daha bulunuyor. Genellikle camilerde örgütlenerek gönüllüleri bir araya toplayan bu kuvvet, rejim karşıtı eylemleri bastırmak için kullanılıyor. Ayrıca DMO’nun gençlere yönelik kültürel faaliyetlerinin bir kısmını da yürütüyor. Bunlara ek olarak DMO, İstihbarat Bakanlığı’na paralel olarak muhalifleri kaçırmak, susturmak hatta yok etmek için kullandığı kendi istihbarat teşkilatına sahip. Bu çalışmalarını temize çıkarmak veya gerçeği dönüştürüp farklı bir biçimde sunmak için Fars ve Tesnim gibi haber ajanslarına sahip olan DMO, bir yandan da propaganda amaçlı belgesel film ve diziler üretiyor. Bunların yanı sıra DMO inşaat, enerji, endüstri, telekomünikasyon, bankacılık ve finans sektörlerinin rakipsiz holdingi durumunda. Tahminlere göre 800’den fazla kayıtlı şirketinde 150 bin civarında çalışanı ile İran’da özel sektörün en büyük işverenidir. DMO bu yasal ekonomik faaliyetleriyle yetinmeyip kara borsayı, elektronik cihaz, alkollü içecek, sigara ve benzeri malların yasa dışı ticaretini de kontrolü altında tutuyor. İran’ın ithalat ve ihracatının büyük kısmının gerçekleştirildiği Basra Körfezi ve Umman Denizi’nin sahillerinin, liman ve rıhtımlarının güvenliğini de DMO sağlıyor. Yani DMO’nun bilgisi dışında bu sınırlardan büyük bir ticaretin yapılması imkânsızdır. Bu yasadışı ticaretin para akışı da yine DMO’nun sahip olduğu banka ve mali müesseseler üzerinden yapılıyor.
DMO gibi toplumun farklı alanlarında eli bu kadar uzun olan bir yapının kendi çıkarlarını korumak için siyasete müdahale etmemesi imkânsız fakat klasik bir ordudan farklı olarak bunu sadece askeri gücüne dayanarak tehdit ve darbe yollarıyla gerçekleştirmiyor. Ekonomik gücünü ve askeri gücünden kaynaklı politik gücünü de çok etkili bir biçimde iç ve dış siyaseti yönlendirmek için kullanıyor. DMO, devletin içinde fakat ondan bağımsız, ona paralel bir yapıya sahip ve konumu itibarıyla onu kendisinden başka bir güç durduramaz.
İslam Cumhuriyeti ve antiemperyalizm
İslam Cumhuriyeti’nin yapısı ve onu koruyan DMO’nun varoluş nedeni kendi başına uluslararası çatışmalarda nasıl bir konum almamız gerektiğini gösteriyor olabilir. Burada kafa karıştıran konu, uzun zamandır İslam Cumhuriyeti’nin emperyalizm ve onun bölgedeki işbirlikçisi ve uzantılarıyla çatışma içinde olmasıdır. Ancak bu çatışmanın özü göründüğü gibi ilerici değil. İslam Cumhuriyeti, 1979 Devrimi sırasında antiemperyalistti, sonra bu duruşu yozlaştı diye bir şey de yok. Hem devrimci güçlerin büyümesini engellemek hem de Sovyet etkisini önlemek için ABD başta olmak üzere emperyalist güçlerin İslamcı harekete ihtiyacı vardı. Bu doğrultuda Humeyni İran’a dönmeden önce ABD’li yetkililerle iletişim içinde olup ordunun darbe yapmasını engellemek için söz aldı. Fakat devrimci örgüt ve kitlelerin baskısı İslam Cumhuriyeti’ni ABD karşıtı bir yola soktu. Sonra da devrimcileri katledip İran’ın siyasi sahnesinden sildikten sonra bu antiemperyalist söylemi tekeline aldı. Böylece İran’ın kapitalist ekonomisi küresel kapitalist ekonomiye bağlanırken, bölgesel çıkarları ABD’nin çıkarları, planları ve stratejik hedefleriyle uyuşmaz oldu. İslam Cumhuriyeti, bu çelişkiyi aşmak için bir yandan Rusya ve Çin gibi (emperyalist) güçlere bağımlı hale gelirken, bir yandan da içinde bulunduğu çatışmalara son vermek için çok uğraştı. 1980’lerden beri, türlü türlü ambargolara rağmen İran ekonomisi hala küresel sermaye piyasasının kurallarına ve küresel ekonominin kurumlarına tabi durumda. Bu ekonomik ilişkiler de emperyalistlerin kontrolündeki ekonomik ve politik sisteme boyun eğmeyi zorunlu hale getiriyor. Örneğin kendini bağımsız politikalar yürüten bir devlet olarak gösteren İslam Cumhuriyeti aslında Uluslararası Para Fonu (IMF) programlarının uygulayıcısıdır. 1990’ların başından itibaren yapılan özelleştirmeler IMF reçeteleriyle başlatıldı. İran’da temel besin ve ihtiyaçlar için olan sübvansiyonların kaldırılmasını IMF önerip uygulamaya soktu. Hatta İran nükleer programı üzerinde de emperyalist güçlerle hep bir temas ve müzakere içinde oldu. Fakat İran’ın kendi içindeki güç dengeleri bazen bu müzakereleri baltalayabiliyor ve uluslararası çatışmalara son vermeyi engelleyebiliyor.
Dini liderin etrafında kişiler ve gruplar, kendi çıkar kaynaklarını korumak üzere farklı yapılarda “örgütlenerek” geniş politik bir tayf oluşturmuş durumdalar, basit ilkeciler ve reformistler ikiliğinin ötesine geçmişler. Bu geniş tayftan sadece birbirinden çok farklı üç gruba değinmek istiyorum.
İslam Cumhuriyeti’nin içinde olan ve onun dini karakterinden nemalanan (genel tabiriyle mollalar dediğimiz) din adamları tıkır tıkır çalışan bir sömürü mekanizmasını kontrol ediyor. Bu mekanizma, yargı sistemi, vakıflar, dini okullar ve resmi dini devlet daireleri vasıtasıyla işleyişini sürdürüyor. Vakıflar mali kaynakların aktığı yerlerdir ve diğer organların politik gücü bu finansal akışın bürokratik işleyişini sağlıyor. Herhangi bir uluslararası dönüşüm bu mekanizmanın da dönüşümüne veya zayıflamasına neden olabilir.
Öte yandan DMO politik ve ekonomik gücünü ABD ile İran arasındaki çatışmadan kazanıyor. DMO’nun Kudüs Gücü son yirmi yıldır İran’ın en önemli dış politika aygıtı olarak hayatını sürdürüyor. DMO, ilerici bir konumda Filistin davasının yanında değil, kendi politik gücünü ve elinde bulundurduğu ekonomik sömürü düzenini korumak için Ortadoğu’da aktif siyaset ve savaş yürütüyor. DMO kendi çıkarlarını korumak için bazı sert çizgilerinden vazgeçebilir, fakat bunun için İran’ın içinde de başka bir politik ortamın oluşması gerekebilir.
Bu iki yapının yanında İslam Cumhuriyeti’nin bir parçası olan fakat zaman zaman diğer gruplar kadar güç ve etkiye sahip olmayan bir kesim daha İran’ın iç çelişkilerinin kaynağını dış politikada tanımlayarak siyaset yürütüyor. Bu kesim, büyük enerji rezervlerine sahip bir ülkenin ekonomisinin bu denli kırılgan ve zayıf olmasını, halkın büyük bir kısmının geçim sıkıntısı yaşamasını ve bu yüzden çıkan halk ayaklanmalarını İran’ın saldırgan dış politikasına bağlıyor, bu sorunların çözümünü ise emperyalizmle normalleşme yolunda görüyor. Sanki yıllardır bu çürük ve gerici İslam Cumhuriyeti yapısı içinde bulunanların çalıp çırpmaları, soygunları ve yolsuzlukları ekonomiyi bu hale getirmemiş de sadece Batı ile çatışma içinde olmak var olan bu durumu doğurmuş.
Sonuç olarak İslam Cumhuriyeti yapısının içindeki cenah ve kuruluşlar kendi iç çatışmalarında emperyalizmle olan çelişkiyi kendi mevzisini ve sömürü düzenini korumak için kullanıyor. Yani burada ne İran işçi sınıfının ne de dünya halkalarının antiemperyalist ve antisiyonist mücadelesinin çıkarları düşünülüyor veya o doğrultuda hareket ediliyor.
Bağımsız bir mücadele örgütlemenin gerekliliği
Yukarıda öne sürdüğüm nedenlerden dolayı İran sosyalist hareketinin büyük bir kısmı İslam Cumhuriyeti’ni sadece baskıcı değil aynı zamanda kapitalist bir düzenin gerici bir uzantısı olarak görüyor. İran ile ABD-İsrail arasındaki çatışmanın doğasını da bu yüzden ilerici olarak tanımlamıyor. İran ile ABD veya İsrail tabii ki gericilik konusunda eşit değiller, eşit olarak da ele alınamazlar, ancak birinin az veya çok az gerici olması onun ilerici olması anlamına gelmiyor. Emperyalizmin gerilemesi veya kaybı stratejik olarak önem taşıyor, fakat bu gerilemenin her zaman ilerici bir durum ortaya çıkarması doğal bir sonuç değildir. Nitekim Afganistan’da buna kendi gözümüzle şahit olduk.
Öte yandan bugün İran bir emperyalist saldırıya maruz kalırken, İslam Cumhuriyeti’nin geniş bir toplumsal destek görmemesi gerçek antiemperyalist güçlerin ortadan kaldırılmış ve bu duyguların halkın gündelik hayatından silinmiş olmasından kaynaklanıyor. Bu yüzden de bölgede gerçek bir antiemperyalist mücadelenin verilmesi İslam Cumhuriyeti’nin toplumsal muhalefet eliyle ortadan kaldırılması koşuluna bağlıdır. Bu da İran sosyalist hareketini, dünya sosyalist hareketinin hatırı sayılır bir kısmının aksine, en azından teorik zeminde saldırı altındaki İran’da bağımsız bir mücadele hattı örgütlemeye sevk ediyor. Baskı altında olan örgütlülük yönünde zayıf olan bir toplumsal hareketin bağımsız antiemperyalist bir mücadeleyi pratik olarak örgütleme imkânı var mı, bu doğal olarak tartışılır. Fakat bu imkânın olup olmaması onun gerekliliğini ortadan kaldırmaz.
Ayrıca bağımsız bir mücadeleyi savunup örgütlemek yerine gerçekliği olmayan soyut bir düzlemde İslam Cumhuriyeti’ni savunmak aslında pasif bir konumlanmadır. Bu pozisyonu alan çoğu sosyalist hareket dünya genelinde İran İslam Cumhuriyeti’ni savunurken İran halklarını koruyacak herhangi bir eylem planı geliştirmiyor, ortaya bir direniş koymuyor veya koyamıyor. Hâlbuki İran’da tutarlı bir antiemperyalizmin ve enternasyonalizm temelinde bağımsız bir mücadeleyi örgütlemek toplumsal olarak somut bir zemine sahip olmakla birlikte Ortadoğu halklarının özgürlük mücadelesini birleştirerek güçlendirecek bir yolun açılmasını sağlar. Aynı zamanda sosyalist hareketleri Ortadoğu’daki gerici gidişatın karşısında seyirci kalmaktan kurtarır, onların aktif rol almaları için alan açmış olur.
Somut bir zemin derken bir kere ayaklanmış ve ABD’yi yaşadığı topraklardan kovmuş bir halktan bahsediyoruz. ABD’yi bölgede gerçekten gerileten İslam Cumhuriyeti değil İran halkları idi. Fakat yaptıkları devrim gasp edilip, yıllardır tekrar doğrulma mücadeleleri çok sert bir biçimde İslam Cumhuriyeti tarafından bastırılınca yorgun düşmüş, kaderini bekler hale gelmiş. Bu yorgun haliyle bile son on yılda en az üç kere çok büyük ayaklanmalarla İslam Cumhuriyeti’ni temelden sarsmayı başarmış. Bunlardan ikisi karnını doyuramadığı yoksulların, biri ise başörtüsü için öldürülen kadınların öfke dolu isyanıydı. Yorgunluğu dile getirirken karamsarlığı öne sürmüyorum. Bu baskıların bitmesi ve durumun değişmesi için ilerici güçlerin bağımsız bir mücadele örgütlemesi gerektiğinden bahsediyorum. Bugün toplumsal muhalefet İslam Cumhuriyeti’nden bağımsız bir mücadele yolu seçmezse kendine nasıl bir gelecek kurma yolu seçebilir? Acaba 1979 Devrimi’ni kazanılmış mı sayıyoruz? Onun daha ilerici bir aşaması olamayacak mı İran coğrafyasında? Olacaksa bu devrim DMO’nun yanında durmakla gerçekleştirilebilir mi? Direniş ekseni solcusu değilseniz (ki çoğu İslam Cumhuriyeti fonlarından besleniyor) bu konu bir İranlı sosyalist için tartışılacak bir mevzu değil, zira ölüm ve kalım arasında sönük parlasa bile o ayakta kalma ışığına sarılmak zorundadır.
Ne yazık ki sosyalist hareketin bazı kesimlerinin İslam Cumhuriyeti’ni savunması, taktiksel bir duruş olmaktan çıkmış, birçok parti ve örgüt için stratejik bir yönelim haline gelmiştir. Öyle ki, işçi sınıfı işsizliğe ve yoksulluğa karşı ayaklandığında veya İran halkları temel demokratik hakları için seferber olduğunda bile, bu sosyalistler bu ayaklanmaları ABD veya İsrail tarafından organize edilen dış komplolar olarak görüyor. Emperyalist saldırı altında İran İslam Cumhuriyeti’ni savunma içgüdüsü kısa vadeli bir taktiksel duruş olarak anlaşılabilirken, sömürü ve baskı üzerine kurulmuş bir sisteme karşı işçi sınıfı ayaklanmalarını emperyalist komplolarla ilişkilendirmek ve İran halklarının mücadelesine sırt çevirmek daha derin bir gerçeği ortaya koyuyor. Bu tutum yalnızca politik bir hata değil, aynı zamanda kitlelerin yıkıcı devrimci gücüne olan inancın sözde kalmışsa da pratikte yok olduğunu gösteriyor.
Soyut konumlanmanın somut sonuçları
Bazen fizikte bir sistemi tanımlayan çok boyutlu ve çok bilinmeyenli bir denklem varsayımlarla birkaç tek boyutlu tek bilinmeyenli denklemle indirgenir ve problemin çözümü bulunur. Fakat bu çözüm birçok ihmalin ve göz ardı edilişin sonucu olarak elde edildiğinden ve sistemin gerçek davranışını açıklamadığından yanlış öngörülere neden olabilir. Bana göre İran ve ABD-İsrail arasındaki çatışmayı da çoğu zaman böyle değerlendiriyoruz. İstediğimiz çözüm emperyalizmin gerilemesi olduğu için karşımızdaki denklemde neredeyse her şeyi göz ardı ediyor ve bu çatışmayı basit, tek boyutlu bir denkleme çeviriyor, bu esasta da İran İslam Cumhuriyeti’nin yanında konumlanıyoruz. Peki bu denklemde tam olarak neleri göz ardı ediyoruz? En başta İslam Cumhuriyeti’nin Ortadoğu’nun mezhep temelli kalıcı savaşlar cehennemine dönüştürülmesindeki rolünü ve bu savaşların İran halklarının üzerindeki yıkıcı ve gerici etkisini görmezden geliyoruz. Ayrıca 90 milyon İranlının mücadele hakkını yok sayarak kaderini fiilen gerici bir rejime emanet ediyoruz. İlerici bir konum aldığımızı düşünürken aslında kitlelere kendi kaderlerini kendi elleriyle belirleyemezler diyoruz. Böylece soyut konumlanmamız ve pasif tutumumuz “kurtuluş ancak dış müdahale ile gelir” şeklinde bölgede yankılanıyor. Yani aslında bir taraftan da emperyalizmin istediğini o halka empoze ediyoruz.
Dipnotlar:
[1] İran Tudê Partisi’nin 1979 Devrimi’nin 35’inci yıl dönümü için yayımladığı bildiri: https://www.tudehpartyiran.org/2014/02/10/%d8%a8%db%8c%d8%a7%d9%86%db%8c%d9%87-%da%a9%d9%85%db%8c%d8%aa%d9%87-%d9%85%d8%b1%da%a9%d8%b2%db%8c-%d8%ad%d8%b2%d8%a8-%d8%aa%d9%88%d8%af%d8%a9-%d8%a7%db%8c%d8%b1%d8%a7%d9%86%d8%8c-%d8%af%d8%b1%d8%a8/
[2] İran Komünist Partisi-MLM, İslamcı Karşı Devrimin Yükselişi ve İslam Cumhuriyeti’nin Doğası https://cpimlm.org/1400/11/21/%D8%A8%D8%B1%D8%A2%D9%85%D8%AF%D9%86-%D8%B6%D8%AF-%D8%A7%D9%86%D9%82%D9%84%D8%A7%D8%A8-%D8%A7%D8%B3%D9%84%D8%A7%D9%85%DA%AF%D8%B1%D8%A7-%D9%88-%D9%85%D8%A7%D9%87%DB%8C%D8%AA-%D8%AC%D9%85%D9%87%D9%88/
[3] https://wid.world/country/iran/
[4] https://birartibir.org/istibdadin-bekasi-icin-ordu-sirket-aygiti/
(AZB/VC)




