İranlı yönetmen Samira Makhmelbaf’ın 1998 yılında 17 yaşında çektiği Apple (Orijinal adı “Sib”) belgesel filmi, İran’da uzun süre gündemi işgal etmiş gerçek bir olaya dayanıyor. Doğdukları andan itibaren on bir sene boyunca eve hapsedilmiş kızların ve onları hapseden bir anne ve babanın hikâyesi.
Tahran’da ailenin komşularının, kızların haline acıyıp sosyal hizmetleri aramasıyla başlıyor hikâye. Hem filmde hem de gerçekte olay böyle gelişiyor. Sosyal hizmetlerin olaya dahil olmasıyla ülke basını da olaya ilgi gösteriyor ve aile günlerce İran’ın en önemli tartışma konularından biri haline geliyor.
Henüz 17 yaşında olan Samira Makhmelbaf da küçüklüğünden beri içinde yer aldığı sinema sektöründe bu hikâye aracılığıyla bir yönetmenlik denemesi yapma imkânı elde ediyor.
Hapsedilerek büyümek
Film, komşuların verdikleri dilekçeye tek tek imza atan ellerini ve dilekçedeki yazıları göstererek başlıyor. 11 yaşında olan iki kız kardeş, bu kardeşler ikizdir, Masume ve Zehra bir gün bile evin dışına çıkmamıştır. Okula gidememiştir. Okuma ve yazma bilmemekle birlikte konuşmayı, iletişim kurmayı da bilmezler.
Komşular kızların yıkanmadığını, aç kaldığını belirterek sosyal hizmetlerden kızlara sahip çıkmasını talep eder. Kör bir anne ve 65 yaşındaki yaşlı babalarıyla yaşayan kızlar dışarıdaki hayatla sosyal hizmetlerin eve gelmesi sonrasında tanışır. Aile kızlarının ellerinden alınmasını bir türlü kabullenemez.
Kızlarını eve kapatmalarını onları korumak gerekçesiyle açıklarlar. Sosyal hizmetler kızları tekrar aileye teslim eder ama tek bir şartla: kızları hapsetmeyecek ve onlara yaşama dair gerekli pratik bilgileri öğreteceklerdir. Baba bu şartları onaylanmış görünür. Fakat kızları eve götürdüğünde yaptığı ilk şey ise onları yeniden kilitlemek olur.
Kör olmasına karşın kızlarının saçlarını örtmesini önemseyen kör anne, kızlarını kontrol edemeyeceği için onların da kendisi gibi evden çıkmamalarını arzu eder. Babaysa yaşlı ve çalışmayan biridir. İnsanların kendisine verdiği ufak paralarla hayatlarını sürdürmeye gayret eder. O da anne gibi kızları hapsetmekten yanadır.
Belgeselin ilerleyen kısımlarında baba; sosyal hizmet görevlisine kızlarını avluya bile bırakmadığını, avluya erkek çocuklarının topunun girdiğini ve erkek çocukların bu topu almak için avluya merdivenle tırmandığını söyler.
Kızlarının namusunu korumak için onları eve kilitlemek ve demir parmaklıklı hapishane kapısını andıran kapıyı üzerlerine örtmek zorunda olduğunu dile getirir.
Sosyal yaşamı keşfetmeleri için kızları sokağa gönderen ve kızlara müdahale etmesin diye baba ve anneyi eve kilitleyen sosyal hizmet görevlisi hikâyenin akışını dönüştüren bir karakter olarak karşımıza çıkar.
Daha önce hiç sokağa çıkmamış ve nereye gideceğini bilmeyen kızlar ilk başta eve dönmek ve tekrar kilit altına girmek için direnir. Ama sokakta tanışacakları çocuklar, bir şeyler satın almak gibi daha önce hiç deneyimlemedikleri eylemleri gerçekleştirmek onların başka duvarları yıkmasını sağlar. Kızların sokakta olması yüzünden birbirine giren karı koca olabilecek her şeyden de sosyal hizmetler görevlisini sorumlu tutar.
Zamanın telafisi
Kızların sokakta bir elmanın peşine düşmesi ve onu elde edebilmek için uğraşmaları filmin ana metaforlarından biri olarak önümüze çıkar. Kızlar zorlansalar da en sonunda o elmayı elde ederler.
Sokakta almak için uğraştıkları bir diğer şeyse bir kol saatidir. Hapsedilerek geçirilmiş 11 yılın ardından bir saat almak istemeleri kayıp geçmiş zamana yapılmış bir göndermedir.
Ama saat satıcısı kızlara saat satabilmesi için babalarıyla gelmelerini söyler. Kızlar eve gelir ve evde kilitli olan babalarını evden çıkararak onunla saat almaya giderler.
Zamanın telafisi için bir adım atmış olunur böylece. Gözleri görmeyen yüzü bir bezle örtülü olan anne ise bu duruma öfkelidir. Kızları geri dönmeleri için onları adıyla çağırır. Yıllardır evden çıkmamış olan anne de kızlarını bulmak için evden dışarı çıkar. Ve o sırada ipe bağlı olarak sarkıtılan bir elma girer kadraja. Anne kendisine değen, ne olduğunu anlayamadığı ve çekindiği elmayı yakaladığında film sona erer. Evde kapalı kalan bütün kadınlar bir şekilde isteyerek veya istemeyerek de olsa dışarı adım atmış olurlar.
Samira Makhmelbaf’ın 17 yaşında çektiği ve çekilir çekilmez Cannes Film Festivali’nde gösterim şansı bulan The Apple filmi İran’da kapalı ve dindar bir çevrede büyüyen kız çocuklarına dair birçok şey söylüyor.
Baba – Anne
Fakat tüm bu söylediklerinin ötesinde babayı biraz daha masum gösterirken anneyi bu hapisliği isteyen kişi olarak önümüze çıkarıyor.
Baba kızlarının namusunu korumak için onları kilitlediğini söyleyip filmin sonuna doğru evlatlarının elinden alınmaması için sosyal hizmet yetkilisinin bütün şartlarına boyun eğiyor.
Gözleri görmeyen ve kızlarıyla birlikte hapis hayatı yaşayan anne ise kızlarının sokakta dolaşmasından ve evden dışarı adım atmasından son derece rahatsız olduğunu göstermekten çekinmiyor.
Beş duyusundan birini yitirmiş ve çocuklarını koruyamayacağına eşi tarafından inandırılmış bir kadının aslında böyle bir tavır takınması normal olarak görülebilir.
Ama tüm bu sahnelerde yaşlı ve artık ölmek isteyen, hayattan bıkmış babayı görürken anneyi daha sert ve sevgisiz olarak görüyoruz.
Elbette 17 yaşında genç bir kadın yönetmenin ilk filminde bütün bu anlatısal detayları yeni bir gözle ve feminist bir bilinçle yorumlamasını bekleyemeyiz. Son sahnede anneyi de evin dışına çıkaran Samira Makhmelbaf belki de anlatıdaki çıkışsızlığı bu şekilde aşmayı deniyor.
Son olarak filmin ilk sahnelerinden birinde demir parmaklıklardan ellerini uzatarak bir çiçeğe su vermeye çalışan Zehra ve Masume’yi görürüz.
Bu sahneler film içinde birkaç defa daha tekrar verilir. Aslında o çiçeği sulama çabaları ve her şeye rağmen yemyeşil olan çiçeğin görüntüsü tutsak da olsalar kızların umudunu, yaşama tutunma çabasını simgeler. Tıpkı çiçeğin açması gibi kızlar da sonunda başlarını evlerinin çatısından çıkarırlar.
(ED/EMK)