Bazen dünyada Türk yönetiminin istemediği şeyler oluyor ve bu mesele de istenmeden birinciliğe yükseliyor. Aslında bunun yanı sıra başka meseleler de (Kürtler, Federasyon vb.) gündeme geldiği için Türk Hükümetleri bu tür tartışmaların gündeme gelmesini pek hoş karşılamıyor.
Benim bilinçli hayatım boyunca (yaklaşık 40 yıl) Irak, daima Kürtlerin ve doğal olarak Türk yönetiminin gündeminde kaldı. Daha sonra, henüz dünyada olup biteni değerlendiremediğim yıllarda da öyle olduğunu öğrendim.
Bizler, 1960'lı, 1970'li, 1980'li yıllar boyunca orada yaşanan ve örtbas edilen trajik olaylar konusunda dünyanın seyirci kalmasına hep tepki gösterirdik; kimseye de sesimizi duyuramazdık.
1970 Deklarasyonu
1988 Mart ayında Saddam Hüseyin, Halepçe'de kimyasal silahlarla en az 5000 insanı ve oradaki tüm canlıları katlettiğinde de, dünya pek umursamamıştı.
Nihayet 1990 Ağustosunda Kuveyt'i işgal ederek başkasına ait tapulu araziyi ilhak suretiyle zimmetine geçirmeye kalkınca, tarihte ilk kez Kürtler için bir umudun doğmasına neden oldu. Çünkü bu sefer gücünü yetiremeyeceği birilerini karşısına almıştı ve ona haddini bildireceklerdi.
Konuyu fazla dramatize etmeden, belki yeniden bir değerlendirme
yapılabilir ve tartışılabilir düşüncesiyle bazı sorularla olayı incelemeye çalışacağım.
11 Mart 1970'de Baas yönetimi adına Saddam Hüseyin ile Kürdistan Demokrat Partisi adına Mustafa Barzani arasında Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerini teminat altına alan bir deklarasyon imzaladılar.
Deklarasyon metni, 24 Nisan 1963'de Kürt ihtilalcilerinin Baas yönetimine sunduğu memorandumun aynısıydı.
Bu deklarasyonun tam uygulanabilmesi için gerekli anayasal ve yasal düzenlemeler ile fiili durumun değiştirilmesi için Baas yönetimine 4 yıllık bir süre tanınmıştı.
4 yılın sonunda, Baas yönetimi, uluslararası ilişkilerini güçlendirdi. Cezayir'de düzenlenen Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) toplantısında İran Şahı ile Hüseyin Saddam bir antlaşma yaptı ve Irak sınırları içersindeki Şattül-ül Arap İran'a bırakılarak, karşılığında Şah'ın da, İran sınırlarını Kürtlere kapatarak desteğini kesmesi sağlandı.
"Atama" Kürt temsilcileri
Böylece söz konusu deklarasyonu kendince yorumlama imkanı elde ederek, kendine bağladığı bazı "Kürtleri", Kürtlerin temsilcisi olarak "atadı" ve tek taraflı bir uygulama başlattı.
Türkiye'de ise, batı yanlısı milliyetçi siyasi gruplar ve Sovyetler Birliği yanlısı milliyetçi siyasi gruplar, Baas ve Saddam'ı desteklediler.
Bunlar arasına Mesud Barzani'yi Amerikan Emperyalizmi ve Şah Rıza'nın adamı ve hain olarak gören, hatta Barzani'nin dönemin Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Dış İşleri Bakanı Henri Kissinger'e yazdığı bir mektubu dergilerinde yayımlayarak tezlerini belgelediklerini sanan, o dönem Türkiye'de etkili sayabileceğimiz bazı Kürt gruplarını da dahil edebiliriz.
Baas'ın Kürtleri katletmek için kullandığı Sovyet malı MİG uçakları ve tanklarının üzerindeki Arapça komünizm anlamına gelen "iştirakiyye" yazılı olması da Saddam'ın "devrimciliğini" belgelendiriyordu.
Aralarında şair Hasan Hüseyin Korkmazgil'in de bulunduğu, Saddam'ın davetlisi olarak Irak'a giden "seçkin Türk Edebiyat ve Sanat ve Düşün Adamları" Baas devriminin oluşumunu yazılarında övgüyle anlatıyorlardı.
Eğer 1970 Deklarasyonu yürürlüğe girseydi, bugünkü anlamda bir Irak sorunu yaşanmayacaktı.
Kürtler, Araplar ve diğer azınlıklar karşılıklı anlaşıp benimsedikleri bir hukuki yapıda yaşıyor olacaklardı; ne İran-Irak Savaşı , ne Halepçe Katliamı, ne Kuveyt İşgali, ne Körfez Krizi yaşanacaktı.
Ne var ki; Saddam'ın varlığının temel koşulu, hukukun yok edilmesiydi. Hukuk olsaydı zaten Saddam da olmazdı.
ABD, Kuveyt ile sınırlı tutmayıp da
Aslında ABD ve diğer koalisyon güçleri Saddam meselesini, Kuveyt'le sınırlı tutmayıp, 1991 savaşı sonrası bitirmiş olmalıydı. Bitirilemediği için bu iş zaten yarım kalmış, çözümlenmesi beklenen bir problem olarak günümüze kadar uzadı.
Bu nedenle, Saddam'ın devrilmesine yönelik bir müdahalenin tartışılması bu günün değil son 10 yıllık sürecin vardığı bir nokta bağlamında ele alınmalıdır. Son yıllara kadar devlete ve ona hizmet edenlere karşı kural dışı eylemlerle şiddet uygulayanlara terörist denirdi; bu, yanlış ve eksik bir tanımlamaydı. Irak Devleti ve Saddam gerçek bir teröristtirler.
İkiz kulelere saldırıp binlerce kişiyi öldürenler teröristtirler, ama belki de bunu bir ideal için yaptıklarını düşünmüşlerdir. Saddam ise, sırf kendi diktatörlüğünü pekiştirmek için bir bomba ile Halepçe'de 5000 masum Kürdü katletmiş, farklı zamanlarda gene binlerce Kürdü ya katletmiş, ya da sürgüne gitmelerine neden olmuştur.
Bütün bu eylemlerin bir bedeli olmalı ve bu teröriste gereken ceza verilmelidir.
Irak müdahalesine karşı çıkanlar
Bugün Türkiye'de muhtemel bir Irak müdahalesine karşı çıkanlar, 1990 müdahalesine nazaran daha güçlü durumda gözüküyorlar.
1990-1991 döneminde Cumhurbaşkanı ve Anavatan Partisi (ANAP) Hükümeti müdahale yanlısıydı. Karşı olan generaller etkisizleştirildi veya emekli edildiler. En büyük muhalif ise Bülent Ecevit'ti. Şimdi Ecevit Başbakan, muhalefet partileri ve generaller ise başbakanla aynı görüşte. Yani tam bir milli mutabakat oluşmuş bulunuyor.
12 Eylül darbesi günlerinde darbecilere karşı hiçbir caydırıcı gücü bulunmayan ben ve benim gibi düşünen binlerce insan, darbecilerin bir uluslararası müdahaleyle bile olsa iktidardan uzaklaştırılmasından büyük mutluluk duyabilirdik.
Zaten burada olup bitenleri Batılılara ileterek, onlardan yardım beklememiz de böyle bir niyetten kaynaklanmıyor muydu?
Hatta ben şahsen darbecilere karşı böyle bir müdahalenin olması gibi lüks hayaller bile kurardım. Şu anda, bizim o zamanki durumumuzdan çok daha umutsuz durumdaki Iraklılar için neden benzer bir duygu olmasın?
Milyonlarca Iraklı sivil insanın kendi başlarına Saddam ile mücadele şansları var mı?
Irak'a müdahale edilmesin diyenler, Irak'ta yaşamayı, turistik bir gezi için bile orada bulunmayı göze alabilirler mi? Veya generalliklerini orada sürdürmek isteyen komutanlarımız var mıdır? Siyasetçiler acaba Irak benzeri bir siyasi yapı olsaydı, orada siyaset yapabilirler miydi?
İsrail'i bile kabul edemeyen Arap Dünyası yeni bir Kürt Devleti karşısında kayıtsız kalmazmış.
Kürtlerin özgürlük şansı
Peki Kürtler ne olmalı? Özgürlükleri için hiçbir şansları olmamalı mı? Hayatlarını insan gibi sürdürebilecekleri bir projeleri olmamalı mı?
Nasıl oluyor da, bir bölgedeki birçok devletin toprak bütünlüğü, milyonlarca Kürt feda edilerek kanlı bir diktatörün iktidarını korumasına endeksleniyor?
Demek ki, Saddam devrildiği zaman, sadece Irak'ın toprak bütünlüğü bozulmuyor; Türkiye'nin, muhtemelen İran ve Suriye'nin de toprak bütünlüğü bozuluyor. Hem Türkiye'nin jeopolitik önemi ve güvenlik stratejisi, Irak'ta eli kanlı bir diktatörün egemenliğini sürdürmesi şartına mı bağlanmıştı? Eğer böyle ise çok yazık.
Dünyanın neresinde olursa olsun, kendisinin içinde yer almadığı bir süreç sonucu bir devlet bölünüyorsa Türkiye bundan rahatsızlık duyar. Kıbrıs bölünebilir, Ermenistan bölünebilir, Rusya Çeçen Devleti kurularak bölünebilir, ama Afganistan'ın, Sırbistan'ın, İran ve Irak'ın bölünme işinde biz yoksak, bu olmaz. Herhalde kötü örnek olmaları endişesi taşınıyor.
Bağdat'ın ne Dinarı ne TV'si
Esasen Irak'ın şu anda bir toprak bütünlüğünün kaldığını iddia eden de kalmadı. Irak Kürdistanı'nın çok büyük bir kısmı zaten Bağdat rejimi ile bütün bağlarını koparmış bulunuyor. Hiç kimse de Kuzeyde oluşan bu fiili özerk bölge yöneticilerine, "Saddam ile uzlaşıp Bağdat rejiminin bir parçası olun, Bağdat Televizyonu izleyip, yeniden Irak Dinarı kullanın" demiyor.
Peki, bugün müdahale edip Saddam'ı devirmek isteyen güçler, Irak'ı parçalayıp yok etmeyi planlıyorlar mı? Bugün adına Irak denen devlet tarihsel olarak oluşup yapılanan bir devlet değil.
Irak Devleti, Osmanlı'nın parçalanmasıyla birlikte I.Dünya Savaşı sonrasında savaşın galipleri olan İngiltere ve Fransa'nın anlaşarak kurdukları Suriye, Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan gibi devletlerden birisidir.
Şimdi neden kendi kurdukları bir devleti parçalayıp yok etsinler ki? Kendileriyle uyumlu bir yönetim oluşturmak varken neden bir macerayı tercih etsinler ki?
Saddam korunuyor
Aslında bugün koparılan gürültü, Irak'ın değil, Saddam'ın korunmasından başka bir şey değil. Saddam'ın gitmesi ve yerine barışçı, batı dünyası ile iyi ilişkiler kurabilen, uyumlu, Kürtlerin insani ve demokratik haklarını tanıyan bir yönetimin gelmesi, Türkiye yönetimi için arzulanan bir model değildir.
Böyle bir yönetim, hem bütün Arap dünyası için bir cazibe merkezi haline gelebilecek, hem bölgedeki diğer Kürtler için bir çekim alanı oluşturabilecek, Hem Türkiye'nin İslam ülkeleri içersinde demokrasiye en yakın olması nedeniyle yarattığı itibarın yeni bir alana kayma ihtimali taşıyacak, hem de doğabilecek barış sürecinde Türkiye'nin düşmansız kalması ihtimali gibi çok temel bir besin kaynağını kurutacağı için, Saddam'ın varlığı, Türk Yönetimi için hayati bir öneme sahiptir.
Irak'ın bütünlüğü endişesi falan işin hikayesidir. Her aklına estiğinde gidip topraklarına binlerce bomba yağdırdığı, hiçbir zaman kendi askeri ve siyasi kontrolünden çıkmasını istemediği, resmen bir devlete ait sayılan bölgeyi, birdenbire toprak bütünlüğünün korunması adına ortaya atılarak savunmanın aklı başında insanlar için pek de inandırıcılığı yoktur. (ÜF/NM)