1. Giriş | Törenin aynasında cumhuriyet
Meydanlar ışıklandırılmış, dev sahneler kurulmuş, konserlerden yükselen sesler. Havai fişekler göğü yarıyor. Mehter takımları marşlarla kortejin önünde yürüyor. Kalabalık alkışlıyor; kameraların camına düşen “coşku ekonomisi” işliyor. Ama ışık gösterileri bittiğinde geriye kalan nedir? Işığın bıraktığı gölgede yoksulluk, hukuksuzluk, adaletsizlik, nepotizm, dirijizm ve irade gaspının bıraktığı sessizlik “dağılan pazaryeri”nden arda kalanlar olarak beliriyor.
Bir zamanlar “Genç Cumhuriyet” denirdi; artık denmiyor. Yüzyılı geride bırakan bir devletin hâlâ kendi özgürlüğüyle, kendi hukuku ve kurumlarıyla hesaplaşamamış olması, yaşın tek başına olgunluk getirmediğinin kanıtı. Cumhuriyet yalnız bir hatıra değil; bilinç ve kurumsallık gerektiren yaşayan bir sözleşmedir. Sembol ve seremoni onun süsü olabilir; ama özü, yargı kararlarının bağlayıcılığı, iç-denetim, yerelin söz hakkı ve temel hakların güvencesi kısacası bağı hukuk olan kurumların birlikte çalışmasıdır.
Törenlerde yükselen ortaklaştırıcı ruha ihtiyacı vardır toplumların. Yad edilenler gururlandırır. Fakat tören, anlamını ancak kurumlar işlediğinde bulur. Kurumlar işlemiyorsa, seremoni bir avunma ritüeline, hafızayı uyuşturan bir ritme ya da tahrif edilip yeniden yazılarak kimlik inşasının aracına dönüşebilir. Havai fişekler göğe yükselirken, hukukun sesi kısılıyor; marşlar gürleşirken özgürlüğün cansuyu olan eleştiri bastırılmaya çalışılıyorsa, burada kutlanan şey cumhuriyetin kendisi değil, cumhuriyet yanılsaması ya da sanrısı olabilir.
Öyleyse soralım: Sahi neyi kutluyoruz? Hangi cumhuriyeti? Havai fişekler, cumhuriyetin hangi niteliği adına patlıyor? 1952 yılında tekrar kurumlaşmasına izin verilen mehter adımları, imparatorluktan devralınan hangi mirası taşır ve bu yürüyüş, yurtta ve dünyada barış iddiasıyla nasıl yan yana durur? Eğer cumhuriyet, törenlerden önce kurumların ve toplumsal bilincin adıysa o halde bugün kutlama kürsüsünden önce mahkeme salonlarına, meclis kürsüsüne ve kent meydanlarındaki yurttaşın söz hakkına bakmak zorundayız.
2. Kriz anı | Heidegger ve karar
Heidegger’in sözlüğünde “kriz” (krisis) bir çöküş değil, bir karar ânıdır. Yunanca kökeninde “yargı vermek”, “ayırmak”, “yön tayin etmek” anlamlarını taşır. Yani kriz, bir şeyin sonu değil, nereye gideceğimize karar verdiğimiz eşiktir.
Her kriz, insanı ya da toplumu bir kavşağa getirir: bir yanda özgürleşme, öte yanda tutsaklık. Bu anlar, hem birey hem toplum için en çıplak hâlimizle karşılaştığımız anlardır. Artık bahaneler biter; kararı erteleme lüksü kalmaz. Heidegger’e göre kriz, varoluşun yüzeyini sıyırıp özünü açığa çıkarır: “Kriz, varlığın görünür olduğu andır.” Buna dayanmak güçtür. Çünkü kriz, maskeleri düşürür. İnsanı, kurumları, iktidarı, yurttaşı olduğu gibi gösterir. İşte tam bu noktada özgürlüğün anlamı belirir: karar verme cesareti. Kriz, özgürlük için bir imkândır; fakat o imkânın nasıl kullanılacağı, toplumun kurumsal kapasitesi ve toplumsal olgunluğu ile ilgilidir.
1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı, böylesi bir kriz ânının içinden doğdu. İmparatorluk dağılmanın eşiğindeydi; Avrupa devletlerinin baskısı artmış, iç düzen çökmüş, tebaanın güveni sarsılmıştı. Devlet, kendi kudretini sınırlamaya mecbur kaldı. Gülhane Hatt-ı Hümâyunu’yla yöneten, ilk kez kendini hukuka bağladı. Bu, iktidarın kendini sınırlama kararı olarak modern yurttaşlığın tesis edilme yolcuğunda önemli bir eşikti. Ancak her kriz gibi, bu da çift yönlüydü. Tanzimat bir özgürleşme imkânı sundu ama aynı zamanda merkezî gücü yeniden inşa etmenin de aracına dönüştü. Kriz, fırsat olarak doğmuştu ama özgürleştirici yönde değerlendirilemedi.
Tarihin sonraki her dönemeç noktasında 1876’da, 1908’de, 1920’de, 1980’de, 2017’de bu “kriz ânı” tekrarlandı. Her seferinde aynı soru yeniden soruldu: Kriz, bizi özgürleştirecek mi, yoksa yeni bir tutsaklık biçimi mi doğuracak? Cumhuriyetin tarihi, işte bu soruya verilen yanıtların toplamıdır.
3. Fransa | Krizden yenilenmeye
Fransa’nın siyasal tarihi, birbirini izleyen kriz anlarının tarihidir. Her çöküş, yeni bir kurucu irade doğurmuştur. 1789 Devrimi monarşinin çöküşüydü; 1792’de kurulan Birinci Cumhuriyet, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sözleriyle yalnızca bir iktidar değişimini değil, bir bilinç devrimini simgeliyordu. Ancak her devrim gibi, bu da kendi karşıtını içinde taşıdı: Jakoben terörü, ardından Napolyon’un imparatorluğu. Krizden doğan özgürlük, yine bir güce devredilmişti.
İkinci, Üçüncü ve Dördüncü Cumhuriyetler de benzer biçimde çalkantılarla doğdu. Cumhuriyetler, Fransa’da bir süreklilikten çok, yenilenmenin biçimleri oldu. 1958’de, Cezayir Savaşı ve sömürge krizinin ortasında General de Gaulle’ün öncülüğünde yeni bir anayasa yazıldı; böylece Beşinci Cumhuriyet doğdu. Parlamenter sistemin yerine yarı-başkanlık modeli geçti, yürütme merkezileşti, Cumhurbaşkanı’nın Meclis’i feshetme yetkisi anayasal hale geldi. O günden bu yana Fransa, istikrarı bu sistemin içinde aradı.
Ama istikrar, bazen sessiz bir tıkanmadır. 2024 yazında Cumhurbaşkanı Macron, Avrupa Parlamentosu seçimlerindeki hezimetin ardından Ulusal Meclis’i feshetti. 30 Haziran ve 7 Temmuz’daki erken seçimlerde ortaya çıkan tablo, Fransa’yı “askıda temsil”le baş başa bıraktı. Yasama ile yürütme arasındaki gerilim, Beşinci Cumhuriyet’in artık toplumsal dinamizmi taşıyamadığını gösteriyor. Fransa’da sol partiler, akademi ve sivil toplum çevreleri bu yüzden “Altıncı Cumhuriyet” çağrısı yapıyor: Yürütmenin merkezî gücünü sınırlayan, Meclis’i güçlendiren, yurttaşı yeniden siyasetin öznesi kılacak bir anayasal dönüşüm.
Kriz, orada bir yenilenme tartışmasını doğuruyor. Fransa, krizlerden Cumhuriyetini formatlayarak çıkıyor. Krizi kendini güncellemenin doğal bir süreci olarak görüyor. İmparatorluk geçmişiyle yüzleşebilmiş, sömürge suçlarını arşivlerde saklamak yerine kamusal tartışmaya açabilmiş bir ülke için kriz, yıkım değil; kendini onarma fırsatı. Demokrasinin gücü, krizleri bastırmakta değil, onlardan yeni bir düzen kurma cesareti çıkarabilmekte yatar. Fransa bugün bunu tartışabiliyor. Biz ise benzer bir tıkanmayı yaşarken hâlâ soramıyoruz: Kriz, bizde neden hep baskıyı doğuruyor; neden özgürlüğün eşiği olamıyor?
4. Türkiye | 1839’dan günümüze krizler ve kırılmalar
Türkiye’nin modern tarihi, ardı ardına gelen krizlerin tarihidir. Her kriz bir karar ânı olmuş, her karar da yeni bir cumhuriyet tasavvurunu şekillendirmiştir. Kimi zaman özgürleşmenin, kimi zaman da tutsaklaşmanın yönünü tayin eden bu kırılmalar, bugün hâlâ süren “bilinç”ler arası mücadelenin izdüşümleridir.
- I. Cumhuriyet | 1839 – Tanzimat: Hukukla bağlanma cesareti
İmparatorluk çözülüyordu; dış baskılar artıyor, içeride adalet duygusu tükeniyordu. Gülhane Hatt-ı Hümâyunu’yla padişah, ilk kez kendi iradesini sınırladı. Bu, yönetenin kendini hukuka bağlama iradesi olarak modern devlet fikrine giden yolda kurucu bir adımdı. Ama bu adım, tepeden inme kaldı. Yurttaşlık fikri halkın bilincine işleyemedi; hukuk, bir “lütuf” olarak algılandı. Kriz, kapıyı araladı ama özgürlüğün ışığı içeri taşınamadı.
- II. Cumhuriyet | 1876 – Kanun-i Esasi: Meşrutiyetin doğuşu
İlk yazılı anayasa ve meclisle birlikte “meşveret” kavramı kurumsal biçim kazandı. Egemenliğin mutlak olmadığı kabul edildi. Ama iki yıl sonra Abdülhamid, Meclis-i Mebusan’ı kapattı; özgürleşme, bir korkuya yenildi. Devlet, halkın söz hakkını “fitne” saydı. Kriz, güvenlik refleksiyle özgürleştirici bir imkan olarak tasarruf edilemedi.
- III. Cumhuriyet | 1908 – Özgürlükçü Meclis
II. Meşrutiyet, otuz yıl süren suskunluğu bozdu. Gazeteler, cemiyetler, fikirler çoğaldı; siyasal alan, tartışmanın mekânına dönüştü. Ama fikir çoğaldıkça iktidar da tedirginleşti. İttihat ve Terakki, “vatanı kurtarma” söylemiyle özgürlüğü düzenlemeye kalktı. 1913 Babıali Baskını, bir kez daha kriz ânının tutsaklıkla sonuçlanmasının sembolü oldu.
- IV. Cumhuriyet | 1920–1924 – Krizin özgürleşmeye dönüştüren irade: Ankara
İstanbul’daki Meclis kapatılmış, işgal altındaki ülke nefessiz kalmıştı. 23 Nisan 1920’de Ankara’da yeni bir Meclis açıldı. Bu, bir toplumun kriz ânında özgürlük yönünde aldığı en büyük karardı. Egemenlik, “kayıtsız şartsız milletindir” sözüyle hukuki bir zemine kavuştu.
1921 Anayasası, yerel meclisleriyle, katılımcı yapısıyla çoğulculuğun kapısını araladı.
Ancak 1924 Anayasası’yla bu yerellik ruhu terk edildi; güç merkezileşti, devlet yeniden kendi halkına eli kırbaçlı şekilde öğretmenlik yapmaya başladı. Cumhuriyet doğdu ama halk henüz özne olamadı.
- V. Cumhuriyet | 1925–1950 – Tek parti dönemi: Devletin cumhuriyeti
Yeni rejim, kendi vatandaşını “cumhuriyet terbiyesiyle” yetiştirmeye koyuldu. İnkılaplar toplumu dönüştürürken, muhalefet alanı daraldı. Cumhuriyet, topluma rağmen toplum adına yürüyen bir proje hâline geldi. Kriz ânı, özgürlük değil, tek sesli milli şef sultası altında yer yer karikatürleşen bir modernleşme doğurdu.
- VI. Cumhuriyet | 1954 Sonrası DP – Çoğunluğun cumhuriyeti
Demokrat Parti, 1950’de bir nefes gibiydi. “Yeter, söz milletindir” diyen halk, sonunda sözünü söyleyebileceğini sandı. Ama kısa sürede, çoğunluğun sesi mutlaklığa dönüştü. Basın susturuldu, Tahkikat Komisyonları kuruldu, muhalefet “vatan hainliği”yle suçlandı. Kriz yeniden doğdu: özgürlük talebi otoriteye dönüşmüştü. 27 Mayıs 1960, bu kriz ânının militer bir “çözüm”ü olarak sahneye çıktı: özgürlük talebi, vesayete devredildi. Yassıada “militer çözüm”ün tarihsel-politik anıtı olarak hâlâ ideolojik anlamda işlevsel.
- VII. Cumhuriyet | 1961 Anayasası – Kurumların nefesi
1961 Anayasası, geniş kesimlerce demokrasiye açılan bir kapı olarak görüldü. Kuvvetler ayrılığı, Anayasa Mahkemesi, sendikal haklar, üniversite özerkliği… Devlet, ilk kez yurttaşına karşı sorumlu hale geldi. Ama toplumun, bu yeni özgürlük dilini taşıyamadığı ileri sürüldü. Siyasal kutuplaşma, 12 Mart ve 12 Eylül’le bastırıldı. Bir kez daha kriz, özgürleşmeyi değil, güvenlik refleksi yarattı.
- VIII. Cumhuriyet | 1982 Anayasası – Güvenlik devleti
12 Eylül Darbesi, cumhuriyet ile hesaplaşmayı yeni bir evreye taşıdı. Örgütlenerek erginleşme yolunda efendiye ihtiyaç duymayan özerk bilinç, militer anlayış tarafından silindirle ezilerek 1830’dan bu yana birbirini öldürerek ya da tanımayarak süren toplumlaşma yolculuğunu tarumar etti. Yeni anayasa, devletin güvenliğini yurttaşın haklarından üstün tuttu. Yürütme mutlaklaştı, sivil toplum felç edildi. Bu yeni Cumhuriyet’te, artık özgürlük değil, düzen; hukuk değil, itaat makbuldü.
- IX. Cumhuriyet | 2016 Sonrası – Anayasasız KHK rejimi
15 Temmuz kalkışması sonrası ilan edilen OHAL, 20 ay boyunca uzatıldı. Kanun Hükmünde Kararnameler devleti yönetmenin ana aracı haline geldi. Yargı, yürütmeye eklemlendi; yasama işlevsizleşti. 2017 referandumu ile yürütme tamamen tek kişide toplandı.
“Cumhuriyet” sözcüğü artık çoktu ama cumhuriyetin anlamı yoktu. Bugün yaşadığımız şey, bir anayasa metninin varlığına rağmen fiilî bir anayasasızlık hâlidir.
Bu uzun tarih, yalnızca siyasal rejimlerin değil, karar verme biçimlerimizin hikâyesidir.
Her dönemeçte bir kriz doğdu; her krizde bir yön tayin edildi. Kimi zaman hukuk, kimi zaman korku kazandı. Her kırılma, şu soruyu yeniden hatırlattı: Bu kez özgürleşecek miyiz, yoksa bir kez daha kendi gölgemize mi sığınacağız?
1839’dan bu yana süren mücadelede bugün yine bir kriz ile karşı karşıyayız: Anayasasız Cumhuriyet. Bu iklimde hukukun üstünlüğü askıda, AİHM ve AYM kararlarına uymama norm halini almış, “barış süreci” denen süreç demokrasisiz, ilkesiz yürütülüyor. Çünkü şiddet, tahakküm, din ve sermaye merkezli rejim, 1913’ten süregelen servete çökme, servet transferi rejimini “Neo Osmanlıcı” ama “İttihatçı” formatlı sürdürüyor. Sahi, hangi cumhuriyeti kutluyoruz? 1913’ün çökmeci İttihatçı ruhunu canlandıran zihniyetin egemen olduğu güncel Cumhuriyet’i mi?
5. Özgürleşme yolu: Kaderden iradeye
Bir toplum, eleştirisini yitirdiğinde, kaderine dönüşür. Eleştirinin olmadığı yerde, “olan” kutsanır; güç, kendi sürekliliğini meşrulaştırmak için itaatin dilini üretir. Bugün tam da bu noktadayız: Cumhuriyet, gücün eleştirisi idi, şimdi eleştiriden korunmaya çalışan bir iktidar aygıtına dönüştü. Kurucu öznesi yurttaş olan bir rejim giderek tebaa rejiminin modern kopyasına evrildi.
Bu kader değil, irade gaspıdır. Radikal yoksullukla terbiye edilen bir halkın iradesinden değil istismarından söz edilebilir çünkü çocukların ve yoksulların iradesinden söz edemeyiz. “Rıza” diye sunulanlar tartışmasız biçimde istismardır. Meşruiyetini çeşitli rakamlarla kolajlayan anti-hukuktan beslenen rejimler, rıza imalatıyla toplumun iradesi gasp ederek elinden alır. Toplum, sonunda yazgısını sevmeye başlar. Bugün, Nietzsche’nin “amor fati”sini (yazgını sev), bilgelik değil, uyuşma biçimi olarak yaşıyoruz. Ama nereye kadar?
Oysa bilgelik, olup bitene boyun eğmek değil; olanı dönüştürme cesaretidir. Eleştiri, tam da bu cesaretin adıdır: “Böyle gelmiş ama böyle gitmek zorunda değil.” Yazgının değil, kararın toplumuna ihtiyacımız var. Cumhuriyet, yalnızca geçmişte bir kez kurulmuş bir rejim değil; her gün yeniden kurulan bir irade eylemidir. O irade, hukukun üstünlüğüyle, özgür basınla, özerk üniversitelerle, bağımsız yargıyla ve düşünen yurttaşla canlı kalır. Aksi halde, cumhuriyet bir ritüel olarak yaşar, bir fikir olarak ölür.
6. Kurucu sorular | Onuncu Cumhuriyetin eşiğinde
Cumhuriyet’in 102. yılını geride bıraktık. Fakat yüz yıllık bir rejimi kutlamak, onu sorgulamak sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Şimdi, onuncu cumhuriyeti kurmanın eşiğindeyiz Peki, dokuz cumhuriyetin içinden özgürlüklerimizi genişletmek adına neleri öğrenebiliriz? Hangi kırılmalardan ders çıkarabiliriz? Tanzimat’ın hukuk cesaretini, 1908’in çoğulcu meclisini, 1921’in yerellik ruhunu, 1961’in kurumsal nefesini, bugün yeniden nasıl çağırabiliriz? Uygarlık hatırlamaktır. Onuncu Cumhuriyet tasavvuru, geçmişin gölgesinde değil, o birikimin içinden doğacak bir yenilenme olabilir. Sahi, nasıl bir Cumhuriyet istiyoruz? Yalnızca rejimin değil, bilincin yenilenmesi anlamında bir Cumhuriyet mi? Hukuku devletin değil, insanın korumasına alan bir Cumhuriyet mi? Bu sorular, yeni bir kurucu iradenin habercisidir. Çünkü her Cumhuriyet, eleştirinin içinden doğar; eleştirisiz kutlama, kendi inkârını alkışlamaktır.
Artık soru şudur: Biz “amor fati” mi diyeceğiz, yoksa fatum’a karşı irade mi göstereceğiz? Yani sessizliği mi kutsayacağız, yoksa hakikati yeniden dillendirecek bir kamusal bilinç mi kuracağız? Bizim bu kriz ânında göstereceğimiz irademizin istikameti nereyi gösterecek? Cumhuriyet 102 yaşında, ama belki de en yaşlısı özgürlük duygumuz. Peki biz, hangi cumhuriyetin yurttaşlarıyız artık? Yargı kararlarının uygulanmadığı, Meclis’in işlevsizleştirildiği, üniversitelerin kapılarına zincir vurulduğu bir düzende, “cumhuriyet” sözcüğü neyi karşılıyor? Devletin kurucu öznesi yurttaş mı, yoksa itaat eden birey mi? Barış, gerçekten adaletin adı mı, yoksa sükûnetin idaresi mi? Biz, törenlerin yarattığı bilinç sarhoşluğunda hakikati mi yitirdik?
Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak, halkın iradesini kurumsallaştırmak, bilimi ve felsefeyi yalnız seçkinlerin değil, kamunun ortak bilinci haline getirmektir; bu da eleştirinin tarihsel işlevi ile olanaklıdır. Eleştiri, bir kuşku değil, bir sorumluluktur; çünkü eleştiri olmadan özgürlük, özgürlük olmadan da demokratik cumhuriyet olmaz. Eleştiri, toplumun kendine aynayla bakabilmesidir. Kendine bakamayan bir toplum, ancak kendine hükmedenlerin aynasında var olabilir.
“Eleştiriye Övgü” dizisinin bu yazısı, bir yakarış değil; bir hatırlatmadır: Cumhuriyetin temeli, marşlar, bayraklar, törenler değil, karar verme iradesidir. O irade, biz sustukça değil, konuştukça; biat ettikçe değil, düşündükçe yaşar. İrade arzuya içkin yaşamdır ve biz onda o bizde varlık bulur. Yeter ki bu ülke, eleştiriyi düşman değil, iyileştirici bir eylem olarak görsün.
Bıkmadan, usanmadan ısrarla soralım sahi, nasıl bir Onuncu Cumhuriyet istiyoruz? Demokrasisiz bir cumhuriyet mi, yoksa yurttaşın özneleştiği bir toplum mu? Devleti koruyan bir anayasa mı, yoksa insanı koruyan bir hukuk mu? Havai fişeklerle kutlanan bir yüz yıl mı, yoksa düşünceyle onarılmış, umutla güçlendirilmiş bir gelecek mi? Eğer bu soruların yanıtı yoksa, üçüncü sınıf bir ülkenin, kabile devleti mantığıyla haraca bağlanmış milyonları gibi radikal yoksulluğun içinde özsaygısını yitirmiş bir halk olarak “amor fati” diyeceğiz: Kaderimizi sevmeyi, onu değiştirememekten doğan uyuşuklukla karıştıracağız.
Oysa bu kader değil, irade gaspıdır. Her gasp, devrimci bir edimle aşılabilir. Bu topraklarda, binlerce yıldır yan yana, art arda yaşamış Hititlerin, Likyalıların, Friglerin, Lidyalıların, Romalıların, Bizanslıların, Selçukluların, Osmanlıların ve Türkiye gibi onlarca uygarlığın birikimi hâlâ ortak bilincimizde yaşıyor. O birikim, yalnızca arkeolojik kalıntılarda değil; dilimizde, simgelerimizde, tanıklıklarımızda, adalet duygumuzda, kriz anlarında bize özgürleşmenin istikametini gösterecek pusulamız. Zira muhtaç olduğumuz kudret yalnız mazide değil; burada, yurdumuzda, bu insanlar arasında, hâlâ yaşama direnci gösterenlerde, işini layıkıyla yapmaya devam edenlerde, sözünü varoluşuyla söyleyenlerde, eleştiri cesareti gösterenlerde yaşıyor. Cumhuriyet, eğer özgürlükle taçlanarak doğacaksa, o doğum bu kadim toprakların ortak bilincinde hayat bulacak: Eleştirinin diliyle, hakikatin cesaretiyle gürleyen özden doğan özgürlüğün bilgisiyle.
(MB/HA)







