Bugün Türkiye’de iç siyaset, adı henüz resmen konmamış olsa da herkesin yüksek sesle konuştuğu tek bir mesele etrafında dönüyor: yeni bir çözüm süreci. Kimi bunu “normalleşme” diye adlandırıyor, kimi “Kürt açılımı” kimi “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” kimi “Terörsüz Türkiye” ya da “anayasal vatandaşlık” tartışmalarıyla tarif ediyor. Ama hangi isimle anılırsa anılsın, meselenin merkezinde yalnızca müzakereler, yasal reformlar ya da siyasal irade yok.
Asıl mesele, çok daha köklü, çok daha derin ve görünmeyen bir sözleşmeyle sınanacak: Türklük Sözleşmesi.
Barış Ünlü’nün kavramsallaştırdığı bu sözleşme, Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçek ve esas anayasasıdır. Ne TBMM’de oylanmıştır ne de Resmî Gazete’de yayımlanmıştır ama herkese imzalatılmıştır. Öyle ki, imzalamayanın dili konuşulmaz, hafızası kabul edilmez, acısı yok sayılır, tarihi ise devletin bir “yanılgısı” gibi çarpıtılır.
Bu sözleşmenin ilk maddesi şudur: Türk ve Müslüman olmak, güvenli bir yaşamın, statünün, aidiyetin ve normalliğin ön koşuludur. İkinci maddesi, Gayrimüslimlere yapılanlara dair hakikati dillendirmeyi yasaklar. Üçüncü madde ise Türkleşmeyi reddeden Kürtler hakkında doğruyu söylemeyi, duygudaşlık kurmayı ve siyaseten taraf olmayı kesin biçimde dışlar. Bu üç yasa, eğitimden medyaya, yargıdan aileye kadar tüm kurumsal sistemin temelidir. Ve bir kez içselleştirildiklerinde, kişi fark etmeden bu sözleşmenin taşıyıcısı haline gelir.
Ben bu sözleşmeyle ilkokulun ilk günü tanıştım. Daha ilk derste, öğretmenim sınıf tahtasına birkaç Kürtçe kelime yazıp ardından yüzünü sınıfa dönerek şöyle dedi: “Kürtçe diye bir dil yok çocuklar. Kürtçe denilen dil, Farsça, Arapça ve Türkçe’nin karışımından türetilen yapay bir dildir”. Henüz 6 yaşındaydım ve anadilimin inkârıyla tanışmıştım. Bu, bana verilmiş ilk mesajdı: “Sen varsın ama sen olarak var olamazsın.”
Yıllar içinde Türkçem gelişti. Üniversiteye başladığımda, sıkça karşılaştığım bir “iltifat” şöyleydi: “Türkçen çok düzgün.” Bunu samimi bir takdir olarak kabul edemezdim. Çünkü bu söz, bir Kürt’ün nasıl olur da bu kadar düzgün konuşabildiği şaşkınlığını içeriyordu. Sanatla, siyasetle, edebiyatla ilgilendiğimde daha da tuhaf bakışlarla karşılaştım. Bu örtülü şaşkınlık, aslında bir hakikat fısıldıyordu: “Kürt’sen bu kadar olamazsın.”
Barış Ünlü’nün deyimiyle, Türklük halleri Türkler için neredeyse refleks düzeyinde işler. Konuşma biçimlerinden dünyaya bakışa, giyimden mizaha kadar… Bu hallerin içselleştirilmesi öyle derin bir doğallaşma süreciyle olur ki kişi, kendisini sadece ideolojik olarak değil, “haklı” ve “normal” olarak da konumlandırır. Buna karşılık Kürtler için Türklük bir maskedir. Bazı mekanlara girildiğinde takılır, bazı ortamlarda çıkarılır. Aslına rücu edilir. Maskeyi doğru takabilmek, bazen hayatta kalmanın stratejisidir.
Bu sözleşmeye yalnızca sağcılar, milliyetçiler ya da devlete yakın figürler değil; en “ilerici”, en “evrenselci” aydınlar da çoğunlukla sadakat gösterir. Solcu, liberal, İslamcı ya da Kemalist olmanın Türklük Sözleşmesi’nin dışına çıkmak anlamına geldiği düşünülür. Oysa bu yalnızca bir yanılsamadır.
Bir sosyalistin Ermeni ve Kürt meselesini “emperyalist oyun” olarak görmesi; bir İslamcının Kürtlerin “ümmeti böldüğü” fikrini taşıması; ya da bir Kemalistin Kürtleri “feodal, dinci, geri” ilan etmesi; çoğu zaman kendi ideolojilerinin özgün bir pozisyonu değil, Türklüğün gölgesinde geliştirilmiş kaçış stratejileridir. Bu stratejiler, bilgiye değil konfora dayanır.
Yakın zamanda Ataol Behramoğlu’nun sosyal medya paylaşımı bu sözleşmenin günümüzde de ne kadar canlı olduğunu bir kez daha gösterdi. Yeni anayasa tartışmaları sırasında Behramoğlu, “Anayasa’ya göre bu ülkede yaşayan herkes Türktür” diye yazdı. Bu cümle, yüz yıl önce ırka dayalı ulus-devletin taşıdığı küf kokusunu hâlâ bugüne taşımakta ısrarcı olan bir aydın refleksidir. Aynı şekilde İlber Ortaylı’nın, Amerika’da dev bir şirket kuran ve kendini “Kürt” olarak tanımlayan Chobani CEO’suna “çizmeyi aştı” diyerek parmak sallaması da sadece elitist değil, aynı zamanda imtiyazını korumak isteyen bir refleksin dışavurumudur.
Bu refleks, yalnızca milliyetçilerin ya da liberal aydınların değil, kendini “komünist” olarak tanımlayanların da cebinde taşır. Öyle ki, Türkiye Komünist Partisi’nin son bildirisi, söz konusu Kürtler olduğunda Komünist Manifesto’yu bir kenara bırakıp Türklük Sözleşmesi’ni açmakta hiç tereddüt etmediğini gösteriyor. “Ayrı bir Kürt sorunu yoktur” cümlesi, hem sınıf mücadelesi süsü verilmiş bir inkâr, hem de ideolojik bir turnusol kâğıdıydı: Renk kırmızı değil, bayrak kırmızısıydı.
Barış Ünlü’nün analizinde, bu “negatif hallere” —görmeme, bilmeme, ilgilenmeme— özellikle aydınlarda rastlandığını görüyoruz. Ama bu salt cehalet değildir. Bilgiyi reddetmek, bazen konforu sürdürmenin stratejisidir. Çünkü bilgiyi kabul etmek; eylemi, sorumluluğu ve suç ortaklığıyla yüzleşmeyi zorunlu kılar.
Bugün çözüm süreci yeniden gündemdeyse, önce bu yüzleşmenin yaşanması gerekir. Kürtlerle barış, sadece dağdan şehre doğru bir iniş hattı değil; asıl olarak Türklerin, o içselleştirdikleri egemenlik pozisyonundan gönüllü bir inişle, eşit bir düzleme gelmeleriyle mümkündür. Aksi takdirde barış değil, sadece bir “sessizlik” sağlanır. Ve bu sessizlik, geçmişte defalarca denenmiş ve hep kırılmış bir sessizliktir.
Üniversite yıllarım boyunca, sahneye her çıktığımda, sadece bir karakteri değil, aynı zamanda bir kimliği de oynamam bekleniyordu. Diksiyon çalışmalarında, beden dili egzersizlerinde, tonlama eğitimlerinde, hep bir soru gizleniyordu bakışlarda: “Türk gibi konuşabiliyor musun?”
Söylenmeyen ama sezilen bu soru, yalnızca telaffuzla değil, espriyle, zamanlamayla, susmayla, jestle yanıt bekliyordu. Bir aksan izi arıyorlardı belki; bir “açığa çıkma” anı, bir “farklılık belirtisi.” O sınavı geçtiğimde bile, üzerime giydirilen görünmeyen bir kostüm vardı: Türklük kostümü.
Bense içimdeki sese daha fazla kulak tıkayamadım. Çünkü o kostüm, beni kendime yabancılaştırıyordu.
Ben bu rolü oynamak istemiyordum.
Üniversite bittikten sonra İstanbul’a yerleştim. Ve hayatımın yönünü değiştiren bir adım attım: Teatra Jiyana Nû çatısı altında, ilk kez sahneye kendi anadilimde çıktım. Bu, sadece bir dil tercihi değil, bir varoluş kararıydı.
Yıllarca üniversitenin ve devletin gözünde “muhalif”, “örgütçü”, “bölücü” yaftalarına rağmen; sanatla, edebiyatla, tiyatroyla kimliğimi, dilimi savundum. Ama ilk kez Kürtçe bir repliği sahnede söylediğimde, yalnızca bir karakteri değil, kendimi de sahneye çıkarmış oldum.
O andan itibaren, bana küçük yaşlardan itibaren giydirilmeye çalışılan “uyum” kostümünü söküp atmaya başladım. Bu bir meydan okumaydı: Hem devlete, hem topluma, hem de içselleştirilmiş korkulara karşı.
Benimle aynı hissi taşıyan milyonlarca insan var bu topraklarda: Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Araplar, Lazlar, Çerkesler… Farkında olarak ya da olmayarak, bu görünmez sözleşmenin ağırlığını sırtlarında taşıdılar.
Kimi zaman ödüllendirildiler; ne kadar iyi Türkleştikleri için.
Kimi zaman cezalandırıldılar; kendi gibi kalmakta ısrar ettikleri için.
Ve bugün tekrar bir çözümden söz edilecekse, bu yalnızca silahların susmasıyla, tarafların masaya oturmasıyla ya da anayasa metinlerinin değişmesiyle değil, zihinlerde bir sözleşmenin yakılmasıyla mümkün olabilir. Çünkü bu ülkede gerçek barış, yalnızca politik bir anlaşma değil; hakikatin tanınması, imtiyazın terk edilmesi ve inkârın sona ermesiyle başlayabilir.
Kürt’ün kendi diliyle konuştuğu, Ermeni’nin kendi tarihiyle var olduğu, Süryani’nin kendi inancıyla yaşadığı bir memlekette; bir başkasının varlığını tehdit değil zenginlik sayan bir çoğullukla...
Ancak o zaman barış bir sessizlik değil, bir birlikte yaşama ihtimali olabilir.
Ama önce sormamız gereken bir soru var:
Yüz yıl boyunca üstünü örttüğünüz bu sözleşmeyi -Türklük Sözleşmesi’ni- gerçekten yırtmaya hazır mısınız?
Haklı doğmaktan, üstün sayılmaktan, hep anlatan ve asla dinlemeyen olmaktan vazgeçmeye...
Kendi sessizliğinizi ve başkasının susturuluşunu fark etmeye hazır mısınız?
Çünkü bu defa mesele yalnızca barış değil.
Bu defa mesele: Kendinizle, hakikatle ve bu toprakların çok dilli, çok kimlikli geleceğiyle yüzleşmek.
(CE/AB)





