Doğu Roma İmparatorluğu, namıdiğer Bizans'ın İtalya'daki Eksarhlığı'nın başkenti Ravenna'dayız. Eşim Savarona'yla o mozole senin, şu bazilika benim derken, bir zamanlar Konstantinopolis'i süslemiş mozaiklerin benzerleriyle adeta orji yaşıyoruz; Ayasofya, Kariye Müzesi veya Çarşamba semtindeki Fethiye Camii örnekleri kadar etkileyici, fakat bazıları mekanın bütününü kaplayacak kadar iyi korunmuş. Belki de bu yüzden her şey bana biraz fazla cilalı geliyor.
Lakin, San Vitale Kilisesi'ne girmemizle birlikte adeta çarpılıyorum: İstanbul'un tarihi yarımadasındaki nadide eserlerden Küçük Ayasofya Camii'nin devasa boyutlardaki bir kopyasıyla karşı karşıyayız.
Seneler boyunca Tophane'de çalıştığım işyerinin duvarlarını süsleyen I.Justinianus'la Theodora’nın maiyetleriyle ayrı ayrı tasvir edildiği mozaiklerin posterlerine aşinalığım bir yana, ihtişamlı binada, varlığından bir şekilde haberdar olup yıllardan beri irtibata geçmediğim, çok uzaklardaki bir akrabama kavuşmuş gibi hissediyorum kendimi. Sanki nesiller ötesi bir çember tamamlanıyor. Her İstanbullu'nun Ravenna'yı mutlaka ziyaret etmesi gerekir düşüncesinin doğruluğuna kesinlikle ikna oluyorum.
Savarona'nın bilhassa hayran olduğu taban süslemeleri en başta olmak üzere, simetrik kesilmiş mermerlerin, sekizgen plana çoğaldıkça hareket kazandıran kemerlerin, çeşitli sütun başlıklarının, loş ışık sızdıran pencerelerin, yükseklerde kaldıkları için fazla rahatsızlık vermeyen, daha geç çağlara ait ağdalı süslemelerin dahil, her şeyin fotoğrafını çekmekten kendimi alamıyorum. Kilisenin gayet mütevazı ve sade dış görüntüsüyle net bir kontrast oluşturan iç mekanının oyuncaklı olduğu kadar ferah atmosferi ikimizi de sarmalıyor, bir türlü dışarı çıkamıyoruz. Ziyareti sonlandırdırabildiğimizde de overdoz yaşamış gibi gezimize ara verip dinlenmemiz gerektiğinde hemfikir oluyoruz.
Yoğun olduğu kadar bildik, sıcak olduğu kadar büyülü San Vitale tecrübesinin akşamı ise gayet soğuk ve yabancılaştırıcı bir deneyim yaşayacaktık. Birbirlerine bağlanan şirin meydanları, Dante'nin mezarı dahil, muhtelif dönemlerin temsilcisi tarihi binaları ve zevkle döşenmiş trafiğe kapalı yollarıyla Ravenna'nın eski dokusunu bırakıp adeta yeni İtalya'nın sembolü, kentin dışındaki Cinemacity'ye doğru yürüyerek yola çıktık. Yarım saati aşkın bir yürüyüşten sonra ulaştığımız hiçliğin ortasındaki hangar gibi binaya bizden başka herkes arabayla gelmişti herhalde. Sanayi tipi besinlerin servis edildiği koca koca restoranları dışında çağımızın yükselen değeri olarak pazarlanmış çok salonlu sinemada biz Matteo Garrone'nin Cannes'dan ödüllü Dogman'ini (Köpekçi) izleyecektik.
İyi niyet, kaba kuvvete karşı
İmar adına doğal cennetlerin feda edildiği, tüketim adına geleneksel yaşamların çirkin sitelere, apartman dairelerine hapsedildiği yetmezmiş gibi, adalet namına güçlü olanın zayıf olanı hoyratça ezdiği, yorgun ve dağılmış bir İtalya ile haşır neşir olduk.
Köpek bakıcısı, kuaförü ve masörü Marcello ülkenin genelde tembellik ve sefaletle özdeşleştirilen güneyindeki bir kenar mahallede yaşamını iyimserlikle sürdürmektedir. Boş vakitlerinin çoğunu çok sevdiği kız evladı Alida ile geçirmekte, fakat arada sırada mıntıkanın belalısı Simone'ye kokain tedarik ederek suç dünyasına da bulaşmaktadır. Çelimsiz Marcello'nun iri yarı kabadayı Simone'ye korkuyla karışık hayranlık duyguları beslemesi, sert ve acımasız hayat şartlarında kaçınılmazdır. Beraber hırsızlıklara karıştıkları bile olur; ta ki Simone, Marcello'nun ahlaki prensiplerine aykırı bir planla karşısına çıkana kadar.
Devleşen aktör
Birkaç sene önce Gomorra filmi ile İtalya'nın karanlık yüzünü olabilecek en etkin sinema diliyle aktarmış olan Garrone, ülkesinin günümüzde geldiği vaziyeti Yeni Gerçekçiliğe göz kırparak bir kez daha başarıyla yansıtıyor. Muhteşem ışık ve oyuncu yönetimiyle bizi avucunun içine alıyor, bir üçüncü sayfa haberinden yola çıkarak memleketin genel bir tablosuyla yüzleştiriyor.
Özellikle Berlusconi döneminin vadettiği varlıklı ve süslü yaşamların yerini zevksizlik, düşkünlük ve çaresizlik almış durumda. Garrone kasvetli ortamlarda bile estetiği elden bırakmıyor. Köpekçi'nin dokusu teatral unsurlar barındırdığı kadar belgesel tadı da verebiliyor.
Bu arada Marcello rolündeki ufak tefek Marcello Fonte, perdede Charlie Chaplin veya Buster Keaton karakterlerinden birini canlandırır gibi devleşiyor.
Kaba kuvvetin temsilcisi, Edoardo Pesce'nin canlandırdığı Simone karakteri güvenlik kuvvetlerinin kontrolünden veya adaletten azadeymiş gibi davranırken ezilen Marcello'yla empati kurmamak mümkün değil.
Filmin sonlarına doğru artan gerilim ve epeyce yoğunlaşan şiddet dozuyla, intikamın çekiciliğine ister istemez kapılmış seyirci zorlanırken, vicdanın belki de sadece ezilenlere dair bir vasıf olduğu da hatırlatılıyor.
Ülkede son aylarda yaşanmış siyasi krizin ardından kurulmuş ve pek ikna edici bulunmayan, popülistler dışında aşırı sağcıları da içeren hükümetle İtalya'nın karanlık bir geleceğe sürüklendiği söylenebilir. Mültecilere karşı ırkçı söylemlerin kısa zamanda yabancı düşmanlığıyla birleşip faşizan yaptırımlara dönüşmesi an meselesi.
Tam da böyle bir zamanda, Avrupa Birliği'nin sorunlu bir diyarında kotarılmış Dogman, zıvanadan çıktığı inkar edilemeyecek gezegenimizde, kara mizah ögeleri barındıran sahnelere bile zor gülecek hale geldiğimizin resmidir! (RL/BK)