*Bu hikâye, ne yazık ki, gerçeklere dayanıyor ve Mehmet Fatih’in adını ve anısını yaşatmak, ona yapılanları unutturmamak için yazıldı. Hikâyenin aslına sadık kalmakla birlikte kurmaca ve dramatik yapı gereği, kimi detaylar değiştirilmiş olabilir.
Sevgilim,
yetimim benim,
aylar nasıl geçiyor zaman hiç geçmezken
kapılar kapalı, dünya buzlu cam uyuşmuş gözlerimin önünde
hayat akıp gidiyor hiç kımıldamadan
……………………….
kapıyı açmıyorum telefonlara çıkmıyorum başını bekliyorum geleceği olmayan
hatıraların
Sevgilim, yetimim benim, nasıl da kayıtsız gülüyorsun hayata
öldüğünden haberi yok fotoğraflarının
Murathan Mungan[1]
Şubat ayının son günleri…
Gecenin karanlık örtüsüne, havanın ayazına inat, yaklaşan baharı selamlıyor gibi kuşların neşeli cıvıltısı… Hepsi birbirinin aynı, kişiliksiz, uzun, gri bloklardan birinin yüksek bir balkonunda gözlerini kapamış, kuşların şen şarkısını dinlerken içindeki kopkoyu umutsuzluğa nazire yaparcasına hüzünle gülümsüyor Mehmet Fatih.
“Böyledir bizim buralar… Kış, sevdalısına bakmak için şöyle bir uğrayan, aradığını bulamayınca da fazla kalmadan çekip giden hevesi kırılmış bir delikanlı gibidir,” diye düşünüyor.
“Hevesi kırılmış bir delikanlı gibi…” diye usulca mırıldanırken aklından geçenleri, son birkaç ayda yaşadıkları üşüşüyor zihnine, defalarca kırdıkları hevesini düşünüyor biteviye… Öyle kolay değil elbet aydınlık, gencecik birinin hiçbir şey düşünmeden geçip gitmesi bu dünyadan.
Çok değil birkaç dakika önce, “kimse mesul değildir,” diye mesaj atmıştı kendisi gibi ihraç edilmiş bir arkadaşına. Ne kendisinin de içinde olduğu iki bin küsur akademisyeni teröristlikle, vatan hainliğiyle suçlayıp üzerlerine nefret kusan politikacılar, ne onların satılık kalemleri, ne kanlarında duş alma fantezileri kuran organize suç örgütü liderleri, ne imzasını geri çekmesi için “dostça” telkinlerde bulunan kerli ferli hocalar, ne de üniversitelerde kendi gölgelerinden korkar hale gelmiş zavallılar…
Hiçbiri mesul değildi işlerin bu raddeye gelmesinden, on yıllardır akan kan artık bir dursun, yürekler biraz durulsun diye ödemek zorunda kaldığı bedellerden.
Kimse, ne işine son verilmesinden; ne de sonrasında, her seferinde bir umutla çaldığı kapıların tek tek yüzüne kapanmasından mesul değildi elbet…
Yine de hepsine, her şeye yaşını aşan bir sükûnet, boyundan büyük bir ağırbaşlılık ile dayanmasını bildi. Öyle ki, bin bir zorlukla doktorasını tamamladıktan sonra, üniversitede sözleşmeli olarak üç kuruşa verdiği derslerin hiçbir gerekçe bildirilmeden ve görülen “lüzum” (!) üzerine elinden alınması karşısında, “hiç değilse dönemin bitmesini bekleselerdi” demekle yetindi.
Bu zulme sessiz sedasız bir dirençle daha da dayanırdı dayanmasına; ama, zulüm de bitecek gibi değildi. Hevesini kırmaya, ümitlerini elinden almaya ant içmişlerdi sanki; koskoca üniversiteleri, anlı şanlı unvanları, koltukları, makamlarıyla… Önce bir dostunun aracılığıyla doğudaki bir üniversitede iş bulduğunu düşündü.
Öyle ya, görüştüğü fakültenin yöneticileri, özgeçmişini gördükten sonra tam da aradıkları kişi olduğunu söylemişlerdi. Sevindi, umutlandı Mehmet Fatih.
Uzun uzadıya sevinmeye izin olmadığını unuttu bir an. Hatırlaması, hatırlatmaları ise uzun sürmedi. Sadece birkaç saat sonra, barış bildirisi imzacılarından olduğu için böyle bir atamanın yapılamayacağı, kendisine sarih bir şekilde bildirildi.
Omuzları çöktü bir an, hayal kırıklığının yüküyle; ama, yılmadı yine de. Umudu yoksa da inadı vardı hâlâ, ne de olsa… Neden sonra bir vakıf üniversitesinde açılan öğretim görevlisi kadrosuna başvurdu.
Bir hafta içinde çağrıldığı mülakat sonrasında ise işe kabul edildiğinin haberi geldi. Kendisine sunulan iki buçuk yıllık sözleşmeyi büyük bir heves ve heyecanla imzaladı.
Olmuştu işte, şeytanın bacağını kırmıştı sonunda. Vereceği dersleri belirledikten sonra gerekli belgeleri toplamaya ve taşınma işleriyle uğraşmaya koyulmuştu ki üniversiteden aranarak kabul aldığı pozisyonun iptal edildiğini öğrendi. Bu defa nedenini açıkça söylememişlerdi; fakat, biliyordu. Ne yazık ki bilmek, içinin fena halde daralmasından, yüreğinin giderek kararmasından başka bir işe yaramıyordu.
Her şeyin yine sarpa saracağı endişesiyle; ama, yaşatmaya çalıştığı ümidin son kırıntısına tutunarak son bir kez denedi. Türlü sınavlar, mülakatlar ve bürokratik işlemlerden sonra, yaşadığı kentteki bir vakıf üniversitesinden nihayet işe kabul edildiğinin haberi geldi. Ancak haftalar, aylar geçiyor, göreve başlayacağı o gün bir türlü gelmek bilmiyordu.
Daha fenası, bu gecikmenin nedenini söyleyen, bir açıklama yapan da yoktu. Ama ta derinde bir yerde seziyordu ki gözlerin kör, kulakların sağır, dillerin lâl kılınmak istendiği bir yerde ve zamanda, hâlâ ve inadına gördüğü, duyduğu ve söylediği ve daha da mühimi sözünden dönmediği için şimdi açlığa ve hiçliğe mahkûm edilmek isteniyordu.
Biliyordu, dünyayı dar edeceklerdi ona... Zalimlikleri ve kötülükleriyle değilse bile; korkuları, korkaklıkları, çekimserlikleri ve sessizlikleriyle…
Uğursuz bir Şubat’ın, sabahı hiç gelmeyen gecesinde, hepsi birbirine benzeyen kişiliksiz, uzun, gri bloklardan birinin yüksek bir balkonunda, önünde uzanan kopkoyu karanlığa bakarken bunları, bu bitimsiz karabasanı düşünüyordu işte. Kuşlar, neşeli bir şarkı tutturmuş, yaklaşan baharı selamlıyor; bir ağaçtan ürkek, telaşlı bir güvercin havalanıyordu. Oturduğu sandalyeden ağır ağır kalkıp yaşamının kıyısına ilerleyen Mehmet Fatih, kederli, dargın gülümsüyordu…
(BA/EMK)
[1] Murathan Mungan (2015), Timsah Sokak Şiirleri, İstanbul: Metis Yayıncılık.