Ümit Kıvanç, Kemal Özer'in cenaze törenine gelmiş miydi; tuhaf bir şekilde Vatan'la Millet caddelerinin kesiştiği noktaya yerleşmiş olan o caminin avlusunu dolduran yüz kadar kişilik kalabalığın arasında mıydı, bilmiyorum. Ama ben, kendisini, o farkında olmasa bile, onurlu sosyalistler kuşağının güçlü bir temsilcisinin cenaze törenine götürdüm.
Yorucu, üzücü, umutsuzluk verici bir cenaze töreniydi; yıllardır peşpeşe gelen sosyalist ölümlerinin yürek yaralayıcı bir sahnesiydi. Kemal Özer heyecanıyla (İnternet sitesine daha birkaç gün önce yeni yazılar yazmıştı) umut veren bir şair, bir inanandı ve cami avlusu sanki genç yüzlerle doluydu.
Yanımda duran birkaç gencin birbirlerine Kemal Özer'i tanıtmaya çalışmasına kulak misafiri olurken, siyah takım elbisesiyle, zarif bir şekilde Doğan Hızlan girdi avluya. Şaşırdım, Aksaray semtinin lümpen hengamesinin içinde hayal edemediğim bir figür gibi geldi Doğan Hızlan. Birden, neyi kaybetmekte olduğumuzu, neyi gömmeye hazırlandığımı anladığımı sandım: Köşedeki tabutta kibarlık, seksen öncesi neslin edebiyatına has bir zarafet, bir yol ve "yordam" yatıyordu sanki.
Bu ve başka şeyler etkiledi beni, içimde bir şeyler yükselirken sığınacak bir köşe arandım ve caminin içine daldım. Sol yanda bir köşeye oturdum, içerisi ikindi namazına gelenlerle dolarken, benim de içimdeki boşaldı, ağlamaya koyuldum. Niye ağladığımı bilmiyordum, yakınlarda kaybettiğim babamdı, annemdi belki ruhsal neden, belki sinik bir kendi kendine gösteriydi, bilmiyordum.
O sırada caminin bekçisi elindeki anahtarları sallayarak kenarda, namaza duranların arkasında geziniyor, imam da haklı olduğu ölçüde çirkin bir tavırla, camiye cenaze için gelip de beklerken izmaritlerini yere atanları, içeri girip namaza durmaya zahmet etmeyenleri eleştiriyordu. Ben ağlamayı durduramadım, belki de bir paradoksu fark ettikçe daha da ağladım: Cami içindekiler inandıklarının karşısında saf tutmuş, ona bağlılıklarını belli ederken; dışarıdakiler bir kaybın karşısında saf tutmuş, kayba bağlılıklarını belli ediyorlar ve camidekilerin gelmesini bekliyorlardı. İşte o sırada, yanımdaki çantada, bir gün önce okuduğum yazısıyla Ümit Kıvanç vardı.
"12 Eylül'de biz gençtik" diyordu Ümit Kıvanç, Kemal Özer'in ölüm haberiyle aynı gün yayınlanan yazısında, "buradan başlayabiliriz anlatmaya." Hayretle izlediğim sahte-gerçek belge tartışmalarıyla geçen günlerin ardından, militarizmle, ya da benim anlamak istediğim şekliyle sosyalizmin, toplumculuğun karşıtı olan her şeyle "hesaplaşmaya" çağıran bu yazı, etkilemişti beni.
Çünkü, öncelikle, 12 Eylül'de ben de, kuşağımdan birçok kişi gibi, ne olduğu belirsiz bir şeydim: Darbe sırasında sekiz yaşındaydım, çocukken çocuk değildim, her gün ailecek öldürüleceğimizden korkuyordum, geceleri eve baskın yapılacağından korkuyordum, faşistlerin, emek düşmanlarının varlığını gün gün gelen ölüm haberleriyle öğreniyordum. Darbeden sonra ev baskınlarını, tanıdıkların işkenceye götürülmesini, öldürülmesini, ailemin tutuklanmasını, annemin öğretmen olarak sürülmesini, şehir şehir gezmeleri, ihbarları, ihanetleri, "işkencesinin aşığı olarak" reklamcılığa giren, bireyleşen, toplumculuğu reddedenleri gördüm.
O yüzden, eğer 12 Eylül anlatılacaksa, o zaman genç olan, olayların öznesi olan kişiler kadar, öncelikle o zaman çocuk olup özne-nesnesi olanların anlatması gerektiğine inanıyorum, çünkü biz, her şeyi daha berrak, içinde yaşayarak, her yönüyle, taraf olmadan taraf olarak gördük.
Fakat yazının beni etkilemesinin asıl nedeni, tuhaf bir rastlantıyla, bu yazıdan kısa bir süre önce, "Çeviride İşkence ve Ölümler" başlıklı bir yazıda, 12 Eylül darbesiyle günümüz ortamı arasında bir koşutluk kurmuş olmamdı. Yazıda, 12 Eylül'ün yasak kitaplar listesiyle günümüzdeki temel eserler listeleri arasında bir benzerlik kuruyor, o dönemdeki işkencenin şimdi kitaplara yöneltildiğini, klasik eserlerin çeviri aşırmaları ya da intihallerini yapmanın toplumu sakatladığını söylüyordum; tam da Ümit Kıvanç'ın bu yazısını yayınladığı gazetenin ve yayıncısının, bu olaylarda sorumluluk sahibi olduğunu belirtiyordum.
Bu sahte/aşırma/intihal çeviri sorununu bilmeyenler için özetlemek gerekirse, daha önce yapılmış çevirilerin metinde birkaç sözcüğün, sözdiziminin, çevirmen isminin değiştirilmesi, yani aşırma/intihal yoluyla başka bir çeviri gibi sunulması işlemleri - yani açık emek hırsızlığı - sonucunda, havaalanlarındaki kitapçılardan kasaba kütüphanelerine dek sahte çeviriler yayılmış durumda.
Kitap Çevirmenleri Birliği, Alkım Yayınevi'nin Nisan 2006'da Sabah gazetesiyle birlikte yaptığı çeviri klasik eserler promosyonunda bu tip kitapların yer aldığı yolundaki kuşkusunu basın aracılığıyla dile getirdi; Çevbir Yaybir'le de bu konuda ortak bir çalışma yaptı; çeviribilimciler olarak süreç içinde dergilerde ve İnternet sitelerinde bu konularda çeşitli incelemeler yayınladık.
Fakat Oda Yayınevi'nin yayınları arasında 5-6 dilden, 100'e yakın çevirisi yayınlanmış olan Celal Öner gibi isimlerin imzasını taşıyan bu kitaplar, Alkım Yayınevi'nin yayınladığı Taraf gazetesinin Kasım 2008'de başlattığı 100 Temel Eser promosyonunda yeniden ortaya çıktı. Bugün bu kitaplar, başka yayınevlerinin sahte çevirileriyle birlikte, kitabevlerinde 10 tanesi 2,95 TL'den satışa sunuluyor. Ben, aşırmacı saldırgan yayıncılık modeline, militarizme benzeterek intihalizm diyorum.
Kitap Çevirmenleri Birliği'nin İnternet sitesinde yayınlanan bu yazıyı, gazetenin yazarlarının tek tek bulup okumasını beklemiyordum, ama yazının bir şekilde uzun süreçte, en azından gelecekte sorunu ortadan kaldırmaya hizmet etmesini umuyordum. Sahte çevirilerle ilgili bu yazıyı, Nisan 2009'da, yani sahte belge tartışmaları başlamadan birkaç ay önce yazmıştım ve sahte belge tartışmasında beni en çok etkileyen şey, Taraf gazetesinin, bizim gerçek metinle intihal/aşırma metni birbirinden ayırmaya çalışırken yaptığımız gibi, metin çözümlemesini, ayrıntılı imza karşılaştırmalarını öne çıkaran yaklaşımı oldu.
Bu yüzden, Ümit Kıvanç'ın yazısı, son sosyalistlerden birinin cenazesindeki simgesel varlığıyla, bende özel bir yer etti. Bunu bir umut olarak yorumlamaya çalışıyorum. Kurgusal belgelerle yazılmış (yorucu ama) zekice bir kurtuluş savaşı romanı olan "Gaib Romans"ın yazarının, metinler üzerindeki küçük oynamalarla nasıl farklı metinler yaratıldığını çok iyi bildiğini, bu yüzden bir intihal çeviri ile gerçek çeviri arasındaki farkı kolayca göreceğinden eminim.
Her alandaki hesaplaşma, yargılama, dürüstlük çağrılarını ciddiye alıyor ve kendisini (ve elbette gazetenin bütün diğer yazarlarını) gazeteyle birlikte dağıttıkları klasik eser çevirilerini incelemeye, hatta Çevbir'le birlikte incelemeye davet ediyorum.
Hatasız kul olmaz, hatalar da onarılmaz şeyler değildir, zehirlerin panzehirleri bulunabilir; sahte çeviri yayınlayıp dağıtan medya için örneğin kamuoyundan özür dilemek, kitapları geri toplamak, yoksullara klasik değil çağdaş eserler dağıtmak, Çevbir'e bina tahsis etmek, on yıllık kirasını ödemek, ciddi çeviri etkinliklerine imza atmak gibi simgesel, hayır niteliğinde cezalar da bulunabilir. Yeter ki dürüstlük, doğruluk, toplumculuk ağır bassın.
Sonuçta saflar bazen bozulabilir, son sosyalistler giderken, yenileri gelecektir. Camideki imam izmaritler konusunda haklıydı belki, ama onun ya da camide saf tutanların bir kez olsun emek için, insan ve emeği için saf tutup tutmadığını bilmiyoruz, ki saf tutmak, insanın inancına hesap vermesi demektir.
O yüzden, tam da militarizmden hesap sorulduğu bu günlerde, "intihalizm"den de hesap sormak, çevirmen emeğinin yanında, sırf emek kutsal olduğu için, saf tutmak gerekiyor. Çevirmenler yaşayanların arkasında safları sıklaştırmaya çağırıyor. Kendi payıma ben, Ümit Kıvanç'ı da oraya çağırıyorum. Çünkü bu toplumu yozlaştıran kültürel kansere, en çok bu "intihalizm" ve onun sahte çevirileri, sıradan faşizme benzeyen sıradan emek hırsızlığı neden oluyor. (SG/TK)