Sevgili Aytuğ,
İnsanın elinin kaleme gitmediği zamanlar vardır ya, bir yandan yüreğin söylemek isteyip de söyleyemediğin sözlerle doludur, diğer taraftan içine çekildiğin kabuğun bunlardan bir tekinin bile dışarıya sızmasına izin vermez, işte Ekim ayı başından beri öyle bir haldeyim.
Memlekette, öncesini bırak, şu son bir ayda olanlar bile normal bir insanı böyle bir ruh haline koymaz da ne yapar. Bir acının yasını tutamadan diğerinin içine gömülüyoruz. Bireysel trajedilerimizden bahsetmeye ise yüzüm tutmuyor.
Bu ay diğer her şeyin üstüne çok sevdiğim iki şehirde birden dehşet verici şeyler oldu. Anlatmama gerek yok, burada olanı zaten biliyorsun.
Temmuz ayından beri dozu giderek yükselen şiddet, en son dedemin şehri olarak sevdiğim ve en çok Yenişehir semtindeki artık orada olmayan eski bir “banka evi”nin arkasında, kokularıyla baş döndüren rengârenk güllerin açtığı bahçe ile hatırlamak istediğim, Diyarbakır’ı vurdu.
Yoksulların evi olan tarihi Sur ilçesi, daha kısa bir süre önce UNESCO dünya kültür mirası kapsamına alınmıştı, elbirliğiyle yakılıp yıkıldı, çocuklar sokak ortasında kafasından vurularak infaz edildi.
Bu hal içinde İstanbul’a gidemedim. Hâlbuki hem arkadaşları görürüm hem de Cumartesi anneleri/insanlarıyla Galatasaray Meydanı’nda otururum diyordum. Bu ayın 19’u Fehmi Tosun’un, bizim dünyalar tatlısı Jiyan’ın babası, Avcılar’daki evinin önünden, Davutoğlu’nun son günlerde bahsettiği “beyaz Toros” dehşet otomobillerinden birine elleri telsizli ve silahlı kişilerce zorla bindirilerek kaçırılmasının ve kaybedilmesinin 20’inci yılıydı aynı zamanda.
Lice’ye bağlı köyünde korucu olmayı reddettiği için barındırılmayan ve hayatta kalabilmek, ailesini korumak için İstanbul’a göçen beş çocuk babası Fehmi Tosun’u, 36 yaşında iken koparıp aldılar.
Cumartesi anneleri/insanları bıkmadan, usanmadan sürdürdükleri buluşmalarının 551’incisinde Fehmi Tosun ve gözaltında kaybedilen diğer insanların akıbetini sormak için oturdu.
Ailesiyle daha önce tanıştın mı bilmiyorum ama 2013 Hrant Dink ödülünün Cumartesi Anneleri’ne verildiği aklındadır sanırım. Hani düzenlenen törende Cumartesi Anneleri adına ödülü almak için sahneye gelen dimdik ve asil duruşlu üç kadın vardı ya, işte onlardan başı örtülü olanı bizim Jiyan’ın ve diğer dört kardeşinin annesi Hanım Tosun’du dersem, kimden bahsettiğimi daha kolay hatırlarsın sanıyorum.
Aradan geçen bunca zaman ve çaba hala sonuçsuz ve yakınlarını kaybedilenlerin sevdiklerinin en azından ziyaret edebilecekleri bir mezarı olması için gösterdiği çaba, görünmez duvarlara çarpıp geri dönüyor. İnsanlar yas tutma hakları bile ellerinden alınmış olarak bitmeyen bir cezaya mahkum biçimde yaşamak zorunda bırakılıyorlar.
Biliyor musun, bazen diyorum, keşke bizde de birkaç “kızgın ve intikamcı kadın" çıksa ve gözaltında kaybedilenlerin yakınları en azından sevdiklerinin akıbeti hakkında bilgi sahibi olsalar ve en sonunda yaslarını tutabilerek, hayatlarına devam edebilseler.
Şimdi tabii gene ne alaka diyeceksin!
Sana daha önce anlattığımı sanmıyorum, birkaç yıl önce Paraguaylı bir insan hakları savunucusuyla tanışmıştım, adı Martin Almeda, “Terör Arşivi” diye bilinen gizli devlet arşivlerinin ortaya çıkarılmasına öncülük eden adam.
Hani şu Latin Amerika ülkeleri, Arjantin, Paraguay, Bolivya, Uruguay, Şili, Brezilya diktatörlükleri ve gizli servisleri tarafından muhaliflere karşı ortaklaşa yürütülen operasyonların ve insanlığa karşı işledikleri suçların belgelerini barındıran arşiv.
Kendisiyle sohbetimiz sırasında bu arşive nasıl ulaştıklarını sorunca anlatmıştı;
Solcu bir muhalifken, 1974 yılında Arjantin’de bulunduğu bir sırada Arjantin gizli polisi tarafından kaçırılarak ülkesi Paraguay’a verilmiş Martin. Orada işkence ve hapisle geçen yaklaşık üç yıllık bir süreden sonra uluslararası insan hakları kuruluşları tarafından yürütülen kampanya sonucu serbest bırakılmış. Ardından sürgün.
Panama ve Fransa gibi ülkelerdeki mültecilik yıllarının ardından askeri diktatörlüğün 1989’da düşmesinden sonra ülkesine geri dönmüş.
Döner dönmez de, anayasal değişiklikle getirilen bilgi edinme hakkına dayanarak kendisiyle ilgili polis kayıtlarını görmek istemiş ancak yaptığı bütün girişimlerden eli boş dönmüş. Benzeri birçok kurban gibi ne tutuklanması, ne gördüğü muameleye dair poliste tek bir resmi kayıt bulunmuyormuş.
Yasaların kağıt üzerinde değiştirilmesi, ülkemizde de olduğu gibi, orada da fazla bir anlam ifade etmiyormuş ne yazık ki.
Bunun üzerine kendisi gibi insanlarla bir araya gelerek polis dosyalarının kamuoyuyla paylaşılması için ülke çapında bir kampanya başlatmışlar. Kampanyanın başlamasının üzerinden birkaç yıl geçmiş ve deyim yerindeyse bir arpa boyu bile yol alamamışlar.
Sonra bir gün, 1992 yılı sonundaymış galiba, bir öğleden sonra büro telefonu çalmış.
Arayan ismini vermek istemeyen bir kadınmış.
Sakin sakin konuşuyormuş ve aradığı dosyaların resmi polis arşivlerinde olmadığını söylemiş kendisine.
Martin telefondaki gizemli sesi ofisine davet etmiş ve birkaç gün sonra beklenen ziyaret gerçekleşmiş.
“Kapıdan güzel giysiler içinde zarif ve bakımlı bir kadın girdi. Halinden tavrından önemli insanlarla bağlantılı olduğu anlaşılıyordu” diye anlattı.
“Bana davamı, geçmişimi ve ne kadar acı çektiğimi bildiğini ve adaletin yerini bulması için işbirliği yapmayı istediğini söyledi” dedi.
Kısa bir konuşmanın ardından çantasından katlanmış bir kağıt çıkarmış kadın ve Martin’e vermiş.
Bil bakalım neymiş o kağıt?
Seni merakta bırakmayayım, üzerinde şehrin varoşlarındaki bir yerin işaretlendiği Başkent Asuncion’un bir haritası!
“İşte burası” diye göstermiş kadın, “aradığınız yer burası”.
Sonra da geldiği gibi çıkıp gitmiş, gene adı ve kimliğine dair bir ipucu vermeden.
Martin ve yoldaşları çıkarttıkları mahkeme kararının ardından işaretli yere gitmişler. Dışarıdan bakıldığında oldukça normal görünen bir iş hanıymış gittikleri yer. İçeri girince mobilya onarım atölyesi, inşaat malzemeleri doldurulmuş bazı dükkanlar görmüşler. Koridorun en sonunda ise gizli bir polis karakolu çıkmış karşılarına.
Karakolun içinde ve bodrum katında yapılan aramada yaklaşık 3 ton ağırlığında belgeye ulaşmışlar, meşhur “Condor Operasyonu”nun belgeleri.
Varlığından hep söz edilen ancak bir türlü kanıtlanamayan Latin Amerika ülkeleri ceberut devletlerinin “suç birliği” ve adlarını daha önce saydıklarımın dışında bu “suç birliğinde” direkt olarak yer almasa da Kolombiya, Peru ve Venezuela yönetimlerinin de Condor’a enformasyon sağlayarak katkıda bulunduklarının kanıtları, hepsi oradaymış.
Martin, arşivlerde yapılan ve uzun zaman alan incelemelerde bu ülkelerdeki gizli servisler tarafından öldürülen yaklaşık 50 bin, gözaltında kaybedilen yaklaşık 30 bin, keyfi bir şekilde hapsedilen yaklaşık 400 bin insan ve onları kaçıran, işkence eden, öldüren polisler, askerler ve diğer görevlilerin de isimlerine ulaştıklarını anlatmıştı.
Terör Arşivi’nde bulunan belgeler o tarihten itibaren söz konusu ülkelerde insanlığa karşı işlenen suçlarla ilgili olarak kurbanların ve yakınlarının açtığı ulusal ve uluslararası davalara somut delil oluşturmuş.
Cumartesi Anneleri’nden iki yıl önce, 2010 yılı Uluslararası Hrant Dink ödülünü alan İspanyol yargıç Baltazar Garzon vardı ya hani, Pinochet’i yargı önüne çıkaran cesur adam olarak tanıdığımız, işte o da hazırlık soruşturmalarını büyük ölçüde bu belgelerden yararlanarak yürütmüş.
Şimdi, Paraguay’in Başkenti Asuncion Adalet Sarayı’da bulunan bu arşiv, ilgili herkese açık ve 2009 yılı ortalarından beri de UNESCO’nun insanlığı kolektif hafıza kaybından korumaya çalışan Dünya Hafıza Programı kapsamına alınmış durumda.
Martin bunları anlatınca ben de, muhtemelen senin de şu anda aklından geçirdiğin gibi, bürosuna gelen o kadının kim olduğunu sormuştum.
Bu sorunun cevabını 10 yıl sonra bulabilmiş, ancak 2000’li yılların başında o gizemli kadının kimliğine ulaşmış!
Kadın, gizli polis teşkilatından bayağı üst düzeydeki bir yöneticinin eşiymiş.
Haritayı vermesinden kısa bir süre önce, daha genç bir kadın için, kocası tarafından terkedilmiş. “O da anlaşılan kocasına bunu ödetmek istemişti” diye açıklamıştı Martin, yüzündeki hafif bir gülümsemeyle.
Yani sevgili Aytuğ, insanlık “Terörün Arşivi”nin bulunmasını kalbi ve gururu bir erkek -bu hikayede hayırsız kocası- tarafından kırılan bir kadının “intikam hissiyle” hareket etmesine borçlu. Yaralı bir kadın, bireysel bir intikamın peşinde, farkında olmadan belki de tarihin akışını değiştirmiş.
Hani intikam kötü bir şeydir, zayıflıktır, en iyi intikam iyi yaşamaktır ve benzeri şeyleri tekrar eder dururuz ya, hikayemizdeki kadın bizim öğütlerimizi dinleyip intikam almaya kalkmasaydı, -çünkü açık ki hiçbir politik motivasyonu yok ve insanlara yapılıp edilen kötülüklerden de daha önce zerre kadar rahatsız olmamış- daha iyi bir şey mi yapmış olurdu?
Cevabının evet olacağını sanmıyorum!
Peki, o zaman sevgili Aytuğ, bizatihi “intikam” almanın kendi başına bir kötülük ya da olumsuzluk taşımadığını, intikam almakta kullanılan yöntemin doğru ya da yanlış olabileceğini de kabul etmiş olmaz mıyız?
Burada da birkaç öfkeli kadın benzer “intikamlar almaya” kalksa ve en azından bu biçimde Cumartesi Anneleri/İnsanlarının çabalarına omuz verse fena mı olur?
Ne dersin?
Ekim ayındaki kabusları tekrarlamayacak bir Kasım ayı dileğiyle,
Sevgiler, selamlar. (LM/EKN)