Sizin de duymaktan kulaklarınız,
görmekten gözleriniz,
acıdan kalbiniz yorgun mu?
Hani bir makineyi uzun süre çalıştırdığınızda yorulur, ısınır, hararet yapar, dumanlar tüter ya bir yerlerinden... Kulaklarım, gözlerim, kalbim öyle yorgun...
"Otomatik Portakal" diye bir kitap vardı, duymuşsunuzdur. Yazarı Anthony Burgess. Sonra Stanley Kubrick de filmini çekti.
"Otomatik Portakal" birçok yönden ele alınıp analiz edilecek, farklı açılardan üzerine tartışılacak bir eser. Ben bu yazıda filmle ilgili, teknolojik gelişmelerin 'suç'a etkisine odaklanacağım...
Teknolojik gelişmelerin, yaşamın pratiklerini-dinamiklerini akıl almaz boyutlara taşıdığı bir dünyada yaşıyoruz. Artık dijital bir evrendeyiz. Her saniye yeni bir 'yenilik' ile tanışıyoruz. Her gün yeni bir sisteme ayak uydurmaya çalıyoruz, her gün yeni bir elektronik aletle tanışıyoruz. Nasıl giyineceğimizi, evimizi nasıl dizayn edeceğimizi, nasıl spor yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı uygulamalardan öğreniyoruz.
Dijital alışveriş yapıp, dijital yiyor-içiyoruz. Tek bir tuşla meditasyon yapıyoruz, yoga öğreniyoruz, dil geliştiriyoruz, bedenlerimizi eğitiyoruz. Başarılı-başarısız olma kriterlerimizi, güzellik-çirkinlik ölçütlerimizi butonların insafına bırakıyoruz. Sola kaydırıp eliyoruz, sağa kaydırıp sevişiyoruz...
Dijital nefes alıp, dijital nefes veriyoruz.
Yaşamın her alanını etkileyen bu gelişmeler, 'suç'u da etkiliyor ve suçlular artık alışılageldik yöntemlerle suç işlemiyorlar. Bilinen yöntemler yerine daha sınırları zorlayan, daha canice, daha vahşice yöntemlerle suç işlemeye başlıyorlar.
Tabii kitabın yazıldığı 1960'ların ve filmin çekildiği 1970'lerin (batının) gelişme ve modernleşme sancısı ile 21. yy'da bizlerin yaşadıkları kıyaslanamaz. Ancak eserin vurgu yaptığı noktalardan biri olan "gelişmelerin suça etkisi" noktasında içinde bulunduğumuz yaşamı değerlendirebiliriz belki.
Filmin akıllara kazınan şöyle bir sahnesi vardı: Cinayet, tecavüz, gasp gibi her türlü suçu kendilerine eğlence malzemesi haline getiren bir çetenin elemanı olan Alex yakalanıyor. Hapishaneler zaten dolup taştığı için hükümet suçluları hapse tıkmak yerine farklı bir rehabilitasyon yöntemi deneyerek deyim yerindeyse deneysel bir yöntemle suçluların beynini yıkıyor. Bu amaçla Alex'e rehabilite niyetine şiddet ve seks sahneleri izlettiriliyor. Yani zorla izlettiriliyor. Alex'in kafasına bir takım elektrotlar takılıyor, gözlerine gözlerini kapatmasına engel olan bir mekanizma yerleştiriliyor. Alex'e bir de mide bulantısına neden olan bir kimyasal veriliyor ki bu görüntüleri izlerken, suça karşı rahatsız edici bir tepki üretilmeye çalışılsın.
Son zamanlarda bu görüntü o kadar çok aklıma geliyor ki. Sanki çok uzun zamandır bizler de Alex gibi kötü bir şeyler izlemeye, dinlemeye mahkum edilmiş gibiyiz. Kafamıza takılmış mekanizma yüzünden gözlerimizi kapatamıyoruz, kulaklarımızı kapatamıyoruz. Dehşetengiz şeyler görmeye, dinlemeye mahkûmuz. Gördüklerimizden, duyduklarımızdan dolayı acı çekmeye mahkûmuz.
Suç filmlerinde bile göremeyeceğimiz cinayetler görüyoruz, bu cinayetlerin bütün detaylarını izliyoruz. Hayvanların akıl almaz yöntemlerle maruz kaldığı işkenceleri izliyoruz. Adamın biri geliyor herkesi tarıyor. Kadının biri geliyor herkesi patlatıyor. Şeytanın aklına gelmeyecek hırsızlıklar, dolandırıcılıklar görüyoruz.
Evlerimizde, meydanlarda, her yerde dev ekranlar; tüm bunları bu dev ekranlardan izliyoruz. Her kafadan çok ses çıkıyor, her yerde bir kaos...
Kaçacak hiçbir yerimiz kalmamış gibi, ömür boyu sürecek bir ceza gibi her şeyi duyuyoruz, her şeyi görüyoruz, her acıyı yaşıyoruz...
Dünya hep mi böyle bir yerdi, hep mi korkunç bir heyula kuyusuydu da biz şimdi o kuyuda olup biten her şeyi görmeye, duymaya imkan bulmuştuk. Yoksa insanlık büyüdükçe kötülük de büyüyor muydu? İnsanlık çoğaldıkça acı çoğalıyor muydu?
****
Ortamlarda "on yıldan fazla bir süredir televizyonu hayatımdan çıkardım" diyorum. "Televizyon asla izlemiyorum, bir yerde denk gelirsem on dakikadan fazla izlemeye tahammül edemiyorum" diyorum. Bu doğru. Doğru ama bu benim dijitalizm belasından azade olabildiğim anlamına gelmiyor. Artık her şeye kadir telefonlarımız var. Gün geçtikçe gelişiyor, geliştikçe bir uzvumuz gibi bize eklemleniyor.
Telefonla yatağa giriyor, telefonla uyanıyoruz. Ellerimizde telefon olmadan yemek yiyemiyoruz. Tuvalete, banyoya bile telefonla giriyoruz.
Şöyle bir şey oluyor sıklıkla, çalışmaktan yorulup elime telefonu alıyorum. Kafamı biraz dağıtmak için iki-üç sosyal medya turluyorum. O kadar rezalet şeylere denk geliyorum ki bir müddet sonra midem bulanmaya başlıyor. "Kendime bu işkenceyi niye yapıyorum ya" deyip atıyorum telefonu bir kenara. Aradan biraz zaman geçiyor hipnotize olmuş gibi tekrar telefonu alıyorum... Bir ara çoğunlukla gazetecileri ve haber sayfalarını takip ettiğim için öyle olduğunu düşündüm. Sonra takip ettiğim sayfaları değiştirdim, pek de değişen bir şey olmadı.
Düşünmeden edemiyorum, tüm bu kaosun içinde bile isteye olmak, çılgınlık! Hepimiz, hep birlikte çıldırmış olmalıyız diye düşünüyorum. Ve bu kaostan bir şekilde kendini kurtarabilmiş olanlara (belki teknolojiden anlamadığı için, belki bile isteye) inanılmaz imreniyorum. Mesela "WhatsApp'ım yok, kullanmıyorum" diyor ya da "falanca sosyal medya hesabım yok, kimsenin nerede ne halt yediğini bilmek istemiyorum" diyor, bakakalıyoruz. "Bu devirde!" diye şaşırıyoruz.
Şaşıyoruz. Çünkü hepimiz birer internet ve telefon bağımlısıyız...
Teknolojinin içine doğan kuşaklar için çoktan çeşitli psikolojik hastalıklara, davranış bozukluklarına dönüşmüş durumda, bu internet ve teknolojik aletlere olan bağımlılık.
*****
Geçenlerde telefonumdaki teknik bir sorun nedeniyle telefonun ayarlarını sıfırlamak zorunda kaldım. Sıfırlayınca kullandığım tüm uygulamaların bildirim ayarları da sıfırlandı, bu yüzden hiçbir uygulamadan bildirim gelmiyordu. WhatsApp, Gmail, sosyal medya hesaplarım ve çeşitli uygulamalar hepsi sus-pus...
Sürekli bi' hatırlatma, bi' mail, bi' haber, bi' kampanya, bi' son dakika, gerekli-gereksiz bir sürü mesaj gelmiyor, yani sürekli dürtülmüyordum, dürtülmeyince de daha az telefonu elime alıyordum. Tabii bildirim gelmediği için bazı önemli yazışmaları-mailleri kaçırdığım oluyordu ama inanılmaz bir rahatlama hissettim. Cızırtılı bir radyonun fişini çekmiş gibi bir rahatlama...
Zaten son zamanlarda WhatsApp'ta online görülme fobim oluştu. Çünkü herkes her yazdığına anında cevap bekliyor. O an başka bir nedenle 'çevrimiçi' olmuşsundur, daha acil bir durum vardır. Ama bekleyen diğer mesajlara da cevap vermemişsen "neden çevrimiçi olduğun halde cevap vermiyorsun" azarı yiyorsun hemen.
Uzunca bir süre açmadım bildirimleri falan. Bu sessizlik böyle iyi aferin Tanrıya* diye düşündüm. Düşündüm de birçoğumuzun artık işinin de önemli bir parçası. Bu sebeple mail kutusu dolup taşarken, yanıtsız kalan mesaj içerikleri öfkelenmeye başlarken, birileri sizin telefon detoksunuza başlamadan siz yeniden kendi isteğinizle, işkencenize kaldığınız yerden devam ediyorsunuz.
*Turgut Uyar'ın Göğe Bakma şiirindeki "Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrı'ya" kısmına atıf.
(YÖ/AÖ)