Gazze, kendi deneyimlerimizden bildiğimiz üzere, beyaz bayrak taşıyanlara bile kurşun sıkılan mekanı imler. Burası evlerin yıkılması, yakılması, beyaz fosfor kullanılması ve daha nice şeylerin adıdır. Yıkılmış her bina, Sur veya Gazze fark etmez, kendi yıkımından daha fazlasına işaret eder. Mahmud Derviş bir şiirinde, Filistin tarihinin en inandırıcı tanığı olarak “ev”i gösterir. “Hepsi canlı varlıklar gibi parçalara ayrılıp saçılmıştır” der. Gazze parçalara saçılmanın adıdır.
E. Weizman’a göre Gazze, hava geçirmez bir laboratuvardır: “Bu kapatılmış mekanda, her çeşit yeni kontrol teknolojisi, mühimmat, hukuki ve insani araç ve savaş̧ tekniği bir buçuk milyon insan üzerinde denenmektedir. Uluslararası piyasaya sürülmeden önce, bu teknolojilerin büyük nüfusları uzaktan kontrol edebilme becerisi de test edilir. Hepsinden önemlisi, test edilen ve zorlanan eşiklerdir; hukukun sınırları ve devlet tarafından uygulanabilecek ve uluslararası anlamda hoş görülebilecek şiddetin sınırlarıdır.”
Gazze yasanın değil, ‘yasa-savaşın’ geçerli olduğu, askeri hareketliliğin hukuku her açıdan bükebildiği evrendir.
Adi Ophir’in deyimi ile "felaketleştirme politikasının” kuluçkasıdır. Kısaca Gazze “İnsani yönetim sisteminin bugün en şiddetli şekilde uygulandığı, insani şimdimizin dehşetinin özel ismidir.”
Gazze bir aydır, savaşa dair tüm sembolik dehşetleri içerecek şekilde gündemde.
Barışın ya da savaşın nasıl duracağına dair kimsenin bir projesi yok, lakin savaşın tarafları ve harlayıcıları bol! Ölümler on bini geçti fakat ilginç şekilde en fazla rağbet “uluslararası hukuk”, “savaşta kullanılacak şiddet ve oranı”, “orantılılık”, “ölçülülük” gibi konulara oluyor.
Hukuk, hele ki uluslararası hukuka dair oluşan teamüller, herhalde uzun süredir bu kadar boşa düşmemiş ve anlamsız kalmamıştı. İsrail bu konuda en antrenmanlı ülke. Çünkü uzun süredir hukuku kendilerinin geliştirdiğini söyleyip teşekkür bekliyorlar.
Şöyle bir argümanları var. “Hukukun, bu yeni gelişen dalı, uluslararası insancıl hukuk, içinde bizim önemli bir rolümüz var çünkü teröre karşı savaşın ön cephesindeyiz ve kullandığımız taktikler zamanla İsrail’de ve uluslararası mahkemelerde kabul edilir hale geldi... Batılı devletler Afganistan ve Irak gibi yerlerdeki geleneksel olmayan çatışmalarda İsrail'de oluşturulan ilkeleri daha sık uyguladıkça, bu ilkelerin uluslararası hukukun değerli parçaları haline gelme şansı artıyor. Yaptığımız şey yasa haline geliyor.”
Bu pişkinliğin özel bir adı var mı bilmiyorum.
Yazının ilk bölümünde mantığı zorlayan ‘ölüm’ edimlerine değinmemin sebebi bu durumu biraz daha açıklamaktı. Çünkü bu akıldışılık kaynağını hukuksuzluktan, bir hesap vermeme lüksünden buluyor.
Bu noktada olağanüstü durum olağan, yasadışı yasa, istisnalar kaide oluyor.
Yazar Michael Ignatieff’in özellikle liberal devletlerin "güvenlik karşısında özgürlükleri dengeleyerek insan hakları ve hukuk normları ihlallerini düzenleyen mekanizmalar oluşturduklarını ve güvenlik kurumlarının, Batı devletlerindeki sivillere yönelik terör saldırıları gibi daha büyük kötülük ihtimallerini savuşturmak ve en aza indirmek amacıyla ehvenişer olarak görülen, hukuk dışı şiddet kullanımına izin verdiklerini” ileri sürmesi dikkate değerdir. "İstisnalar" der Ignatieff, "kaideyi bozmaz; bilakis geçici ve kamusal meşruiyet sahibi oldukları sürece ve son çare olarak kullanıldıkları takdirde, kaideyi muhafaza eder.”
Şiddetin modere edilmesi
Durumu biraz daha deşelim ve “Arendt'den Gazze'ye Ehvenişer Siyaseti” kitabının ‘orantılılık-ölçülülük’ meselesine dair tartışmalarına bakalım.
Kitabın temel savı, şiddetin ölçülü kullanılmasının, şiddet mantığının bir parçası olduğudur. Bunu desteklemek için de özellikle sivil toplum ve insani yardım kuruluşlarının nasıl şiddetin bir parçası olageldiği önemli veriler ve örneklerle anlatılıyor.
Şiddetin modere edilmesi, yani bir ölçü içerisinde tutulması büyük bir maharet!
Ölçüyü takip eden ikinci durum doğal olarak asgariye indirme tartışmalarıdır. Evet, şiddet ekonomik bir alana kolayca indirgenebilir. Böylesi bir ekonomi içinde unutmamamız gereken şey ise insancıllık, insan hakları ve uluslararası insancıl hukuk gibi yapıların devletler tarafından hesaplanabilir, düzenlenebilir araçlara indirgenme potansiyelleridir. Yani ‘orantı belirleme, yaratabilme, meşru kılma’ güçleridir.
Orantılılık nedir? Birden fazla tanım ve yorum var.
İlk olarak "kaçınılmaz araçlar" ile "zorunlu amaçlar" arasında "uygun ilişkinin" tesis edilmesini talep etmedir. Bu ilke, askeri yöntemlerin seçimini ele alırken, askeri amaçlar ile sivillerin canına ve malına gelebileceği öngörülen zararlar arasında bir dengenin tesis edilmesini kapsar.
İkincisi, sürekli olarak mümkün araçların en azını hesaplayarak, kötünün en iyisini hesaplamaya girişmektir. Burada temel espri şu: Orantılılığın amacı kusursuz dengeyi tutturmak değil, aşırı dengesizlik olmamasını temin etmektir.
Üçüncüsü, orantılılık "çok fazla" olanla ilgilidir; fakat bu fazlalığın sınırı nedir? Her zaman göreli ve durumsal olan parametrelerden bahsediyorsak bunun sınırı nedir? Çünkü bir orantı/lılık bize hesaplamaya neyin dahil edileceğini, denklemin ya da değiş̧ tokuş oranının ne olduğunu söylemez. ‘Savaşabilecek yaştaki bir adam, sivil mi sayılmalıdır? Öyleyse, daha fazla kişiye mi, yoksa daha azına mı denk gelir? Erkeklere oranla kadınları nasıl sayarsınız? Çocukların ölümünü nasıl sayarsınız? Ölü bir çocuk, ölü bir yetişkine mi, beş yetişkine mi eşittir?’
Dördüncüsü, birinin/birilerinin nereye kadar yaşaması gerektiği ile nereden sonra ölmesi gerektiği arasında bir gücü kendinde görmeyi sağlar. Yani sivilleri öldürmen gerekiyorsa ne kadarını öldüreceğine karar vermelisin. İçinde ‘çocuk da olsa, kadın da olsa’ fark etmez. Geriye hesap yapmak kalır ve her şey bu ‘ölüm ekonomisi’ içinde gidip gelir. Çevresinde sivillerin bulunduğu bir karargahı bombalamanın ya da yolda yayaların olduğunu bilirken seyir halindeki bir arabanın içindeki hedefi vurmanın ya da başkasına ait toprağı gasp edeceğini bile bile duvarı belirli bir güzergahtan geçecek şekilde tasarlamanın güvenlik açısından sağladığı faydayı nasıl hesaplayabilirsiniz? Birini diğeriyle nasıl kıyaslayabilirsiniz? İşte bu şekilde ehvenişer mantığına girmiş olursunuz.
Beşincisi, orantılılık; şiddetin siyasal veçhesi ile hukuk arasında doğan ilişkinin tercümanıdır. Çünkü bir savaşta uygulanan şiddet, sadece yıkım/yıkma/öldürme ile ilişkilenmez; geride kalan, ölmeyenlerle de bir ilişki kurar. Savaş hukuku denilen şey, tam da bu geride kalanların, seyirci pozisyonunda olanların, ne acıdır ki, yorumlarına dairdir.
Yukarıdaki beş maddeyi toparlarsak orantılılık, devletin şiddeti, sınırsız ve ölçüsüz kullanımına kıyasla, bu noktada son derece verimli kılar. Bu yapıldığı oranda karşı taraf kendisini hesaplanamaz, ölçülemez, sayılamaz bulacaktır.
Ölçülülük/orantılılık fenomeninin ‘şiddet’ diskuru içinde tartışılması son tahlilde savaş aktörleri dışında (ölçüyü koyan diyelim) kimseye yaramadığı ortada. Hiçbir devlet, hesaplama ekonomisi dışında bir şiddeti nihai kertede istemez. İknadan çok biçimlendirilecek ya da öldürülecek bir düşman da bu ekonomiye dahildir.
Zorunlu kötülükleri "ehven" diyerek meşrulaştırmaya çalışanlar savaştan daha çok zarar veriyor. Hukuku ölümlerin iknasına çevirenler ve onların destekçileri, savaşın dehşetinden daha çok zarar veriyor.
Zygmunt Bauman, ölüm kamplarında yaşananlardan sonra “ahlaki kayıtsızlığın toplumsal üretimine” dikkat çekmişti. Çünkü genelde şiddet özelde askeri şiddet yolu ile kurbanın insanlıktan çıkarılma süreci başlıyor ve hiçbir sorunla karşılaşmadan sonuca varıyor. Ahlaki kayıtsızlığın, bir sonraki aşaması ‘ahlaki görünmezliğin üretimi’ de böyle doğuyor. Her şeyin normalleştiği bir aşamadır bu.
On bin insanın ölümü; son derece orantılı bir şiddetin, savaş hukukuna uygun halin, kurumların verdiği ve onayladığı ölçülülüğün içinde olmaktadır. Haliyle sıkıntı yoktur.
Bauman bu iki aşamaya son bir aşama ekler: ‘Ahlaksal sorumluluğun toplumsal olarak sindirilmesi’
İnsan bildiği ve gördüğü şeyden sorumludur. Bir şeye karşı uzaklık artıkça ona duyulan sorumluluk da azalır. Hissiyatı zayıflar. Yok sayma artar…
Kanımca süren savaşa dair önemli bir durum da savaş hukukunun, insancıl hukukun ve ölüm ekonomisinin yarattığı ahlaksal sorumluluğun sindirilmesidir.
Savaş bizden uzaktır.
Tüm bu prosedür ve seyirler içinde, önümüzdeki süreçte şu an içinde olduğumuz zamanı bile mumla arayabiliriz.
Arendt "bir suç bir kere gerçekleştiğinde, yeniden ortaya çıkması, bu ilk ortaya çıkışına göre daha muhtemeldir” der.
Haksız mı?
“Q=l-(q ln q + 1/q ln 1/q)”
(ÖA/HA)