Adını bilmezden önce hoyratlığını öğrenmiştim. Hiç şefkatini görmedim. Tek yanlı bir tanışıklıktı zaten bizimkisi. Hiç unutmayacağını bildiğim halde, beni hatırlayacağını sanmayışım tam da bu yüzden.
Adımı görse aklına gelecek olan olsa olsa hesap makinasının herhangi bir tuşu ya da sayılar kalabalığında anlamsızlaşan bir rakam olur belki. Yaşayanların gömüldüğü mezarlıktaki ölülerden biri diye de düşünebilirsiniz onun indindeki değerimi. İlk ne zaman fark ettim o mezarlığı? Yanıtı zor bir soru bu. Hatırlamıyorum doğrusu.
Kadınların mahzun bakışlarından, çocukların üstlerinden başlarından akan yoksulluktan ya da yaşlıların ürkek duruşlarından olmalı. Gaz lambasının ışığında ana babamın sesli okuduğu gazetelerden ya da çıt çıkarmadan dinledikleri radyo ajans haberlerinden belki de.
Hayranım kağıdın hafızasına
‘Bizim zamanımızda’ diye başlayan cümleler kurabilecek yaştayım şimdi. O vakitler adıyla anılırdı ölenler. Sonradan sayıya çevrildiler. Ölüm haberleri üzerdi dinleyenleri. Yemekteysek, usulca bırakılırdı kaşıklar tabakların yanına. Pür dikkat dinlerken, gözlere hüzün bulaşırdı radyo spikerinin sesinden. Uzun uzun susulur, uzun uzun konuşulurdu. Yazıklanmalar hayıflanmalar dolaşırdı seslerde. “Çok gençmiş yavrum. Nasıl güzelmiş gözleri. Anası babası nasıl dayanacak? Ne gelir elden? Bizim oğlana benziyor boyu bosu. Ne olmuş ki? Yazık, çok yazık.”
Ölene üzülmenin vazgeçilmez ön koşulu değildi onu tanımak. Kıymetliydi her hayat. Ölenin kökeni, dili, dini, cinsiyeti değil, ölümün kendisi üzerdi herkesi. Bütün ölenler bizden duygusu geçerliydi, her “insan” için.
Haklısınız evet, kolay gelmedik bu günlere. Hırpalandık, susturulduk, parçalandık, kanatıldık; cahil bırakıldık; yoklukla, yoksullukla ve ölümle terbiye edildik en çok da. Hafıza-i beşer nisyan ile malul olsa da, geçmiş zaman gazetelerinin sayfalarında duruyor diye yaşananlar, hayranım kağıdın hafızasına… Sular seller gibi akıp geçse de zaman, sonrasında da şefkatini görmedik “devlet baba”’nın.
“Doksan günlük direnişten sonra oğlumun kemiklerine ulaştım, mutluyum”
Ve biz seyredile seyredile seyretmeyi öğrendik. Acımasız bir deneyimin kobayları gibiyiz şimdi hepimiz. Yine de, vicdan sözcüğü akılla ilgiliyse eğer, KHK ile işinden ekmeğinden edilen binlerce kamu çalışanı ve bakmakla yükümlü oldukları yakınlarından oluşan dev gövdenin yaşamını nasıl sürdüreceğini düşünmeme ihtimalimiz olabilir mi?
Yeni iş bulamayan, sağlık güvencesi olmayan, yurtdışına çıkamayan, işsizlik parasını bile alamayan insanların perdeleri çekili kapıları kapalı evlerindeki çoluk çocuklarının suretleri gözlerimizin önünden geçerken, ‘açlık grevine karşı olmamın’ şu yaşadığımız günlerdeki karşılığı nedir diye sormamak mümkün mü? Bakıp da görmeyen göz, işitip de duymayan kulak, dokunup da hissetmeyen ten, başka canlılar için atmayan yürek, insanlıktan yana dönmeyen dil ne işe yarar ki?
Seyretmek demişken, hava saldırısında kaybettiği oğlu Murat Gün’ün bir mezarı olsun diye açlık grevi yapan Kemal Gün, “doksan günlük direnişten sonra oğlumun kemiklerine ulaştım. Mutluyum” demiş. İnsanı iki gözü iki çeşme ağlatıyor bu sekiz kelime…
Yine seyretmek demişken, Yüksel Caddesindeki insan hakları anıtının önünde 196 gündür “işimi geri istiyorum” pankartıyla oturan ve açlık grevinin 76. gününde göz altına alınan akademisyen Nuriye Gülmen ile Semih Özakça; her ne kadar FETÖ’cü suçlaması ile işsiz ve öğrencisiz bırakılmış olsalar da esasen 2012 yılından beri DHKP-C örgütü mensubu oldukları ve “tutuklanmamaları halinde adaletin işleyişine zarar verecekleri anlaşıldığından” tutuklanarak 20 yıl hapis istemiyle yargılanacaklar diyesiymiş İçişleri Bakanı.
Ve yine gazetelerden öğrendiğimize göre, insan hakları evrensel beyannamesini okuyan kadın şeklindeki ‘İnsan Hakları Anıtı’ da gözaltındaymış, başkentte… (Gİ/HK)