Önce söz vardı. Bütün hikâyeler, serüvenler, nasihatler, mazeretler ve sitemler böyle başlar: "Önce söz vardı." Bir gün onun uçup gideceğine inanan insanlar düştüler harflerin ve alfabenin peşine, yazının eteğine. "Söz uçar, yazı kalır" diye. Kestiler, biçtiler, ölçtüler; tüm kelâmı yazı ile nakşettiler. Ezelden beri anlatılagelmiş bütün hikayâtı... Ördüler. Avuçta ter, terde mürekkep olup biriktiler. Çoğalıp çoğalıp çağladılar, çağladıkça sağaldılar. "İnsan, insanın ağusunu alır" dediler ve bunu derken bir güzel yanıldılar. Yalnız insan mıydı yani insanın ağusunu alan? Devayı veren, bunca derdi toprağa zerk eden canlı mıydı? Sorduk, söylemediler, boyunları altında kalasıcalar! Döndüler dolaştılar, aynı yere geldiler: Önce söz vardı. Öyle dediler.
Lâkin söz dediğin, milâttır. Avcunun içinde, parmağının ucunda, zihninin çeperinde, kalbinin en izbesinde, bileklerinde yakaran nabız; şah damarında çınlayan, topuğunda sızlayan, gözünde tütüp kulağında zonklayan mayandır. Sözün senin aynandır. Okuma yazma bilmeyen peygamberin âlemler dolusu sözle kapına dayandığında, sana o kapıyı açtırandır. Söz, sen kendine ne kattıysan ömür billah, seni eninde sonunda onunla, ederinle tartandır. Söz, ama lâf değil. Çünkü sen farzı zehir, sünneti zıkkım ederken baş koyduğun secde bile lafügüzaftır.
Önce söz vardı. Hepimiz için. Söz dediğin de masal oldu düştü yolumuza evvelâ. İnsanlardan ziyade hayvanlar aldı ağumuzu o masallarda. Şaka yapan, sakarlık eden, konuşup akıl veren, şarkı türkü söyleyen, bazen bilge bazen alık hayvanlar... Koca müzik grubu kurdu kimisi, kimi bizi peşinden sürükledi en derin sulara. Kimi nenemizin kılığına girdi, kimi sabahleyin altın bir tepside getirdi önümüze altından bir yumurta. Kimi öyle, kimi böyle derken biz KİM olduk sonunda? Söz vardı önce ya, sözün tarihi kadar eski hayvanlara da söz söyletme hasletimiz. Ağumuzu insan alabiliyordu madem, ne lüzum vardı buna?
İnsan almıyor ağumuzu yalnız. Dünyanın ağusunu da almıyor insan ve dahi hiç durmadan bin bir karanlık keder salıyor o dünyaya. Keder az bile; göğün, suyun, toprağın rengi değişti. İklimin nevri döndü, atlasın sıdkı sıyrıldı insandan. Kengah bu yüzden bizim kapımızı çalmıyor mesela. Bir "Zorba"yı daha güvenilir buluyor bizden, yavrusunu emanet etmek için. Diyor ki ona da: Bu yumurtayı yemeyeceksin, içindeki yavru doğana kadar onu sıcak tutacaksın ve sağ salim doğarsa eğer, ona uçmayı da sen öğreteceksin.(1) Tabii bütün bunlar karşısında ne miyavlayacağını şaşırıyor kedi Zorba. İnsanların kirlettiği bir okyanusta zehirlenen martı Kengah'ın bu vasiyetini yerine getiremeyecek diye telaşlanıyor. Kabul ediyor etmesine de, bir bakıyor ki yavru martı doğunca onu en çok da kendi türlerinden koruması gerekiyor. Onu anne olarak bellemiş ve sürekli yalanmak, mümkünse miyavlamak, sağı solu tırmalamak isteyen bir martıya uçmayı öğretmesi bile daha büyük bir bela değil bundan. Ne yapacak?
Bir apartmanın bodrum katını gözüne kestirse? Kapıları tek tek kapatırken, "Onun cezasını ben veririm zaten," diyen babasını ve ona ceza vermeye bile gerek duymayan devletini hissetse omuzlarında? E hazır bunu hissetmişken o yavruyu oraya hapsetse? Ondan yüz kat daha iri ve güçlü pençeleriyle kıstırsa onu bir köşeye? Bir kere vursa "bilinçsizce" mesela? Ama nasıl bir bilinçsizlikse bu, her kaçtığı köşede tekrar tekrar ve ısrarla kıstırsa kurbanını? Onun savunmasızlığını gördükçe daha da iştahlansa? Bir tekme, bir tekme, bir tekme daha? ALTI DAKİKA boyunca? Sonbaharda yere düşmüş bir yaprağa yapılsa içimizdeki bütün rüzgârları ayaklandıracak şeyi dalındaki çiçeğe yapsa? Topraktaki tohuma? Yumurtadaki martıya?
Yapmadı bunları, Zorba. Bir kedi, martıya verdiği sözü yere düşürmedi.
Katil İbrahim K. ise, patileriyle dokunduğu betona bile ışık saçan, çapaladığı topraktan filizler yeşerten Eros'a yaptı bunu. Bir apartmanın bodrum katına kilitledi. Kapıları tek tek kapattı. Kaçmaya, kurtulmaya, en olmadı oynamaya, dermanı kalmadığında yakarmaya, yakarışı tükendiğinde kıvranmaya başlayan bir yavruya ALTI DAKİKA BOYUNCA tekme attı. Aklı başındaydı. İştahı ve insanlığı yerindeydi. İbrahim K. bizim ağumuzu alacak bir insan değildi. Ama kuşla vaşak arası bir cıyaklamayla bu hayatı daha çekilir kılan dünya güzeli bir canlıyı aldı bizim elimizden. "Tanrıların en güzeli olan ve kaba gücü gerileten"(2) Eros, insan denen doğa katilinin kaba gücüne yenildi.
Ama bugün onun arkasında duranlar da bilsinler ki kendi hanesine kadar soktuğu kedinin başını okşayan peygamberleri ve o peygamberin her yaptığını yapmakla kutsadıkları sünnetleri de yenildi.
Bize gelince... "Yalvarıyorum sizlere, sonsuz Kaos onuruna, bu engin sessizlik ülkeleri onuruna yalvarıyorum"(3): Eros'un yayını, okunu elinize alın ve mayanızı bulandıran bu pisliğe saldırın! (ED/AÖ)
***
1) Leus Sepulveda, "Martıya Uçmayı Öğreten Kedi" (Can Yayınları)
2) Colette Estin – Hélène Laporte, "Yunan ve Roma Mitolojisi" (Tübitak Yayınları)
3) Ovidius, "Değişimler V" (Yapı Kredi Yayınları)