Taraf Gazetesi yazarlarından Tuğba Tekerek'in 21 Ocak tarihli "İçimizdeki Türkler" başlıklı haberinde, Boğaziçi Üniversitesi tarafından gerçekleştirilen genom dizileme ve biyoenformatik analizlerini içeren araştırmanın ilk aşamasının verilerini okuduk. (21.1.2012)
Haberin içeriğinde; 17 farklı şehirden 17 kişinin genom dizilimi incelenerek Türkiye'de sıklıkla dağılım gösteren genetik DNA çeşitlilik haritası çıkarılmış olduğu yazıyordu. Ve buna göre de Türkiye'nin kendi içindeki DNA çeşitliliğinin Avrupa'dakinden daha fazla olduğu ifade ediliyordu. DNA çeşitliliğimizin dil, din, etnik köken v.b. unsurlarla ilgili olmadığı bunu sağlayanın coğrafya olduğu da vurgulanıyordu.
Türkiye'de yaşayan dil, din, ırk, kültür farklılıklarımızla bu hiç birimiz için bilmediğimiz bir sonuç değil, muhakkak. Böylelikle; insanın yaşadığı yere benzediğini de toplum içinde hep duymuş olduğumuzu yeniden hatırladık.
Bu haberi okurken Helsinki Yurttaşlar Derneği'nin geçen yaz sonu gerçekleştirdiği güncel meselelere ilişkin katıldığım toplantısını da hatırladım. Toplantı da "Türkiye nereye?" başlığı altında askeri vesayet, Kürt meselesi, yeni anayasa talepleri, toplumsal kutuplaşma gibi konular ele alınmıştı. Toplantının konuşmacılarından biri de Ümit Şahin'di. Şahin, Bölgesel Özerklik ve Biyobölgeler üzerine bir konuşma yapmıştı. Anlattıklarının beni ve dinleyenleri yeni düşüncelere sevk ettiğini, zihnimizin çalışmaya başladığını hatırlıyorum.
Bu araştırma haberi ile Helsinki Yurttaşlar Derneği toplantısını birlikte düşünmeye başlamamın bir nedeni her iki aktarımın da insanlık için yeni bir yolu işaret ediyor olmalarıdır.
Ümit Şahin'in yaptığı konuşmada; diğer konuşmacıların üzerinde durduğu güncel sorunlarımızın; ulus-devlet sınırları içindeki bölünme yerine yeryüzünün zaten var olan su, toprak, iklim, nimet v.b. özelliklerini yok saymadan yönetim yaklaşımını öneriyordu.
Türkiye'deki mevcut bölünme yapısını, buna bağlı insanın doğayla ilişkisizliğini, insanın ve doğanın asıl taleplerini, biyo-bölgesel bölünme ile güncel toplumsal sorunlarımızı özünde tartışabileceğimizi, Türkiyelilerin yaşadığı yerde kendini nasıl yöneteceğini tartışıyor olmasının kıymetini ifade ediyordu.
Konuşmasının daha sonra raporunu da okudum. Raporun giriş açıklaması şöyledir: Ekolojist düşüncenin önde gelen isimlerinden Kirkpatrick Sale, biyobölgeciliği tanımlarken yaşadığımız yerle ve onun toprağıyla, suyuyla, rüzgârıyla olabilecek en yakın ilişki içinde olmayı başarmamız, onun yollarını, kapasitelerini ve sınırlarını öğrenmemiz, onun ritmini kendi modelimiz, onun kurallarını rehberimiz, onun meyvelerini ödülümüz yapmamız gerektiğini söyler.
Boğaziçi Üniversitesi tarafından yapılan araştırmaya dönersek; Türk ırkından söz edilemeyeceğini, aynı coğrafya da yaşamaktan doğan benzeşmeyi aslında hepimizin Afrikalı olduğunu da okuduk. Oldukça yüksek maliyetle yapılan bu araştırma haberinde; araştırmanın devam ettirilmesi ile insanlara sağlıkları hakkında alacakları erken tedbirleri bildirebilme olanağını da böylelikle müjdelenmiş oldu.
Biri "farkın yaşadığın yerde gizli" derken öteki "yerel özelliklerimizin nedenini yaşadığın yerde gör" diyor.
Yine düşüncelerin peşinde iken; özellikle de "insan yaşadığı yere benzer" demişken Edip Cansever'i de saygıyla hatırlamak mümkün oldu.
...Boynu bükük duruyorsam eğer/İçimden öyle geldiği için değil /Ama hiç değil /Ah güzel Ahmet abim benim /İnsan yaşadığı yere benzer /O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer /Suyunda yüzen balığa /Toprağını iten çiçeğe /Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine /Konyanın beyaz /Antebin kırmızı düzlüğüne benzer /Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir /Denize benzer ki dalgalıdır bakışları /Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına /Öylesine benzer ki /Ve avlularına .. (Mendilimdeki Kan Sesleri)
Kendimizi etnik kimliklerimizle hapsettiğimiz toplumsal sorunların çözümünde bu iki ortak yaklaşım; bize, daha mutlu, özgür ve insana yakışır toplumsal hayat önermiyor mu, ne dersiniz? (NÖ/EKN)