"Sinemaya gitmemeliyiz; çünkü insan sinemaya gidince yaşadığı kasabayı sevmez oluyor, alıp başını gitmek istiyor buralardan."
Böyle diyordu William Saroyan'ın Pazar Zeplini hikayesindeki küçük çocuk, "Sinemaya niçin gitmemeliyiz?" diye soran kilise papazının gönlünü hoş etmek için.
Bildiğim en iyi sinema tariflerinden biridir. Ve her ne kadar yaşla da epey ilgili olsa da, bir filmi tartmak için de çok iyi bir testtir: Bu film içinde bir kıpırtıya sebep oldu mu, "Lanet olsun" ya da "Helal olsun" dedirtti mi sana?
Filmde atılan taş sana değip tekrar aynı filmin karanlıklarında kayboldu mu? Canın yandı mı, iniledin mi içinden ya da bir kuş havalandı mı senden doğru? Sende sana ait bir soruyu, bir acıyı, bir umudu dürttü mü, uyandırdı mı?
Filmin yönetmeninden bahsetmiyorum, hikayesinden de bahsetmiyorum; her şeyden bahsediyorum, beyaz perdede kurulan o dünyadan, yani sinemadan.
İnsanların "sinemaya gidip televizyon izlediği" bu zamanda sık yaşanan şeyler değil bunlar, biliyoruz. Ama her Angelopoulos filmiyle her seferinde tekrar tekrar yaşanan şeyler...
Angelopoulos'un sineması şiirlidir: Şiiri sevmeyen ve şiirin sevmediği insanlara kapalıdır bu sinema. Sinemadan da çağın hızını bekleyenlere kapalıdır. Sinemaya karşılaşmaya değil, kaçmaya gelenlere kapalıdır. "Durup ince şeyleri anlamaya vakti olmayanlara" kapalıdır.
Trenler, nehirler, çocukluk, yağmur, sis, şemsiyeler, sonra çocuklar. Bunlar bu şiirli sinemanın izlekleridir: "Nedenini bilmiyorum, ama evet, her filmimde vardır bunlar" der bir söyleşisinde. Tıpkı bir şairin vazgeçemediği imgeleri, bir ressamın baskın renkleri gibidirler.
Ölümün ardından, İspanya'da bir üniversitede katıldığı bir sohbetin kaydını izledim. Yer Barselona, tarih 27 Nisan 2006, Angelopoulos'un 71. doğum günü.
Sesinin de filmleri gibi puslu olduğunu, meseleleri açıklamak için konuşurken de filmlerindeki gibi hep hikayelere başvurduğunu ve filmleri gibi ağır ve derinden konuşurken sık sık durduğunu, tıpkı filmlerindeki gibi bu suskunlukları da konuşmasına dahil ettiğini fark ettim.
Önünde bir kadeh kırmızı şarap vardı ve ağır ağır yudumlayarak keyifle sohbet ediyordu gençlerle.
"Kimisi bir senaryo yazar; her şey bellidir, sürelerine kadar her şey" diyor ve örnek olarak Hitchcock'u veriyordu. "Onlar," diyordu "sete geldiklerinde her şey zaten bitmiştir. Senaryoyu uygulamak kalmıştır yalnızca. Ben filmi sette çekerim. Benim için işin en zevkli, en yaratıcı kısmı settir, sette yaşananlardır."
Altmışlı yıllarda Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra, Atina'dan trenle nasıl Paris'e gittiğini ve orada bir halıcıda çalışarak sinematek parası çıkardığını anlatıyordu: "Sinemaya dair bildiğim her şeyi o Sinematek'te öğrendim, sonra sinema da okudum, ama öylesine."
Homeros'u ve ona kendisinin de hep yolda olduğunu fark ettiren, içinde filmlerinde denediği pek çok farklı stilistik çözümü de bulduğu başucu kitabı Odisse'yi de Paris'te keşfeder:
"Plan sekansı ben bulmadım, Homeros buldu, ben onda keşfettim" diyordu "Odisse'de değil belki ama İlyada'da vardır plan sekans. Homeros tam 5 sayfa boyunca Akhilleus'un silahlarını betimler bize. Bu, plan sekanstır işte."
"Bize gelen her şey; yaşadığımız, okuduğumuz, düşlediğimiz her şey, bir an gelir çok önemli bir şeye dönüşür, filmimiz için, eserimiz için ya da yalnızca bizim için. Bizler zamanın içinde sürekli hareket ederiz. Bu yüzden filmlerimin bittiği yere 'Son' yazmam, yalnızca ilk filmimde vardır bu ibare, bir daha koymadım. Tek bir büyük film üretiyorum ve benimle birlikte bitecek o film de."
Çekimlerine 26 Aralık'ta başladığı son filmi "Başka Deniz" Türk-Yunan ve İtalyan ortak yapımıydı. İlk emareleri en zayıf halka Yunanistan'da ortaya çıkan "Kapitalizm Krizi" üzerine olacaktı: Bir babanın ve kızının hikayesi.
Baba, göçmenlerin İtalya'ya geçmelerine aracılık eden, insan ticaretine bulaşmış yerel bir siyasetçidir. Kızı ise, Atina da bütün işçileri işten çıkartılmış boş bir fabrikada Brecht'in Kapitalizmi eleştirdiği Üç Kuruşluk Opera eserini sahneye koymaya çabalayan bir bohem.
"Eğer kendi sinemamı tanımlamam gerekseydi," der bir başka söyleşisinde "bunun geçmiş zamana ve şu anda akan zamana, zamanın kendisine dair bir sinema olduğunu söylerdim". Ve Sonsuzluk ve Bir Gün filminin girişinde yer alan Heraklit'ten alıntı bir monologu hatırlatır: "Zaman nedir? Zaman deniz kıyısında oynayan bir çocuktur."
Ehliyeti yoktu, araç kullanmayı bilmezdi. Pire'de bir tünelde, yolun kenarından yürürken ya da karşıdan karşıya geçerken, yine yolda yakaladı onu ölüm.
Muhtemelen daha önce de gelmişti aynı tünele. Şimdi son detayları gözden geçirmek için oradaydı. Filmi gözlerini kapatıp görmeden çekemeyenlerdendi. Kafasının içinde motor demişti ve filminin içindeydi artık. Ölüm onu sinemada ve sette yakaladı; yakalayabileceği tek yerde.
Annesinden bahsediyordu bir yerde. Genç bir kadın olarak ve farklı yaşlarında sık sık gözünün önüne geldiğinden: "Artık neredeyse ölüyken ona dokunurken de görüyorum, elimi teninde gezdiriyordum. Ve bugün bile ne zaman aklıma düşse hala hissederim tenini parmak uçlarımda."
Şimdi Ege'nin karşı kıyısından ancak kendisiyle birlikte biteceğini söylediği sinemasının finalini düşünüyorum. Deniz kıyısında bir hastanede son nefesini verişiyle birlikte kararan sahneyi.
Ekran kararsa bile sesler kesilmezdi. Hayatın sesleri yırtardı acının ürettiği o kara perdeyi. Dalgalar yine dillerini şapırdatarak yalardı kumsalı. Genç bir çiftin gülüşmeleri duyulurdu karanlığın içinden. Emekçilerin Syntagma'dan yükselen sesleri döverdi karanlığı.
Kamera yükselir ve açılırdı bir yandan. Işıklar içindeki Atina'yı gösterirdi bize ağır ağır. Başka yerlerde başka hayatların devam ettiğini. Deniz kıyısında oynayan bir çocuğun dedesiyle sohbetini duyardık dışarıdan:
"İnsan ne zaman ölür? Artık hatırlamadığı zaman. Başka? Artık hatırlanmadığı zaman."
Film bitmezdi. Hep hatırlayan ve hep hatırlanacak olan ustayla beraber devam ederdi. Birbirimizde devam ederdik. O meşum "son" kelimesi bu finalde de yer bulamazdı kendine. (BK/HK/ÇT)