* Fotoğraflar: bianet
Hayvanlar her zaman insan hayatında ve kültürün oluşmasında önemli bir yer edindi. Tarihin her döneminde hayvanlara yüklenen işlevler değişiklik gösterdi ama hepsinde de önemini korudu.
Buna karşılık insanın yaşam tarzındaki dönüşümler de hayvanların varlığını, refahını ve acılarını doğrudan etkiledi.
Avcılıkta av
Neolitik devrim öncesi topluluklarda hayvanlar temel gıda maddesi olarak önem taşıyordu. Avcılara yardımcı olmak üzere ehlileştirilen köpek dışındaki hayvanların eti yeniyor, kürkü giysi, kemikleri araç gereç yapımında kullanılıyordu.
Bu dönemde ormanları yakarak, uçurumdan aşağı atarak toplu hayvan katliamları yapılsa da, hayvanlara sonraki dönemlerde rastlanmayacak türden bir değer atfediliyordu. Bir tür ruhu olduğu düşünülen, konuşulan hatta öldürüldüğü için özür dilenen yaratıklardı hayvanlar. Onlar da, tıpkı insanlar gibi, kimi zaman avcı kimi zaman av olabiliyorlardı.
Özellikle aslan, kurt, ayı, kartal gibi etobur hayvanlar insanlarla benzer düzeyde kabul ediliyor ve zihinlerde saygıdeğer bir yer ediniyordu ki bunun izlerinin günümüzde hala devam ettiğini söyleyebiliriz.
Saygı duyulan hayvanlardan en değerlileri topluluğun totem hayvanı olarak benimsenirdi. Topluluk bu hayvanı atası, kurtarıcısı, yol göstericisi olarak görür, onun soyundan geldiklerine inanırdı. İlkel topluluklarda tanrılaştırılan hayvanlar, toplumlar uygarlaştıkça yarı insan yarı hayvan tanrılara dönüştüler. Daha sonra insan gibi tasavvur edilen tanrılar dönemi başladı.
Tarımda köle
Neolitik dönemde hayvanlar ruhunu kaybetti. Artık mücadele edilen, avlanan yaratıklar değil, ele geçirilen, esir edilen, beslenen, kullanılan yaratıklardı.
Bu dönemde hayvanlar iki şekilde kullanıldı. İnsanlar önce en zayıflarından başlayarak otobur hayvanları evcilleştirdiler. En uysallarının nesillerini sürdürerek, gittikçe daha kolay şekilde hakim olunan sürüler oluşturdular. Böylece ilk kez günübirlik yaşamaktan kurtularak, ölü et stoku yerine canlı et stoku yapmaya başladılar.
Daha da önemlisi, uygarlığın temellerini atan tahıl üretimine başladılar. Özellikle Avrupa ve Orta Doğu'da yaygın olan buğday tarımı, hayvan emeğinin kullanımını gerektirir. Bu ihtiyacı karşılamak için de kuvvetli otobur hayvanlar evcilleştirildi. Bu bölgelerde sığır, at, eşek, deve gibi hayvanlar tarımsal üretimde ve taşımacılıkta yoğun olarak kullanıldı.
Dünyanın öteki bölgelerinde hayvan kullanımı daha kısıtlı kaldı. Hayvan emeği gerektirmeyen mısır üretiminin esas olduğu Amerika'da sadece lama ve hindi evcilleştirildi. Pirinç tarımına dayalı Asya bölgelerinde, ötekilere ek olarak geyik ve fil de evcilleştirildi fakat tarımsal üretimde sadece insan emeği kullanıldı.
Artık hayvanlar tarım toplumunun üretim, taşımacılık ve askeri ihtiyaçlarının karşılanmasında kullanılan bir enerji kaynağına dönüşmüştü. Tarım toplumlarının var olmasında köle emeği gibi hayvan emeği de vazgeçilmez bir faktör olmuştu. Bütün işlevi çalıştırılmak ve yenmekten ibaretti.
Burada kediyi bir istisna olarak saymak gerekebilir. İnsanların ilk kez gıda depolayabildiği tarım toplumlarında, stokları fare, yılan gibi hayvanlardan koruyan kedi, Mısır'dan başlayarak kutsallaştırıldı. Yiyecek depolarının hükümdarlara ve mabetlere bağlı olması da bu sürece yardımcı oldu.
Eğlence hayatı
Hayvanların itibar kaybının trajik sonuçları da oldu. Roma'da arenalarda hayvanların öldürülmesini seyretmek yaygın eğlencelerden biriydi. Augustus, Roma'nın önemli kentlerine ve bu arada Ankara'ya da diktiği anıtında, halka ne büyük hizmetler yaptığını sıralarken, uzak ülkelerden binlerce tuhaf hayvan getirtip arenalarda öldürttüğünü övünerek anlatıyordu.
Antik çağlarda arenalarda hayvan yarışları yapılırdı. Orta çağda bunlara ek olarak sirkler, boğa güreşleri gibi eğlenceler devreye girdi. Gelenek Amerika'daki rodeolara kadar sürdü.
Tarım ve hayvancılık geliştikçe, avcılık nüfusun büyük kısmı için bir geçim aracı olmaktan çıkmaya başladı. Zamanla kralların, aristokratların, güçlü insanların eğlence veya spor olarak sürdürdüğü bir itibar göstergesine dönüştü. Orta çağlarda kralların özel av bahçeleri, ormanları vardı. İstanbul'da Şişli, Nişantaşı da öyleydi. Refah arttıkça halktan insanlar da eğlence için hayvan öldürmeye başladı.
İlk hayvanat bahçeleri de krallara, aristokrat çevrelere özgü bahçelerdi. Keşifler çağında bu bahçelere egzotik hayvanlar getirilmeye başlandı. Halka açık ilk hayvanat bahçesi 19. yüzyılda Londra'da açıldı.
Sanayide hammadde
19. yüzyıl Batı Avrupa'dan başlayarak dünyanın adım adım sanayileşmeye yöneldiği bir dönemdi. İnsanların on binlerce yıldır ilk kez, hayvanlarla sürekli karşılaşmadığı bir hayat tarzı oluşmaya başlamıştı.
Sanayi devriminin başından günümüze gelene kadar, çalıştırılan hayvanlar hayatımızdan çıktı. Tarımda makineleşme hayvanların en yoğun kullanıldığı sektörü kökünden değiştirdi. Aynı düzeyde radikal bir dönüşüm taşımacılık sektöründe oluştu, ne at arabası kaldı, ne fayton.
Çalıştırılan hayvanların yanısıra, eti yenen hayvanlar da görünmez oldu. İnsan yerleşimlerinin içinde veya hemen yanıbaşında görülen, gezinen hayvanların yerini, kapalı yerlerde beslenen, canlı iken görülmesine imkan verilmeyen ve insanlara parçalanmış, işlenmiş et olarak sunulan hayvanlar aldı.
İnsanlar avcı-toplayıcı dönemde hayvanlarla benzer bir konumda ilişki kurarken, tarım toplumu döneminde onları köleleştirmiş, sanayileşmeye geçildiğinde neredeyse canlı bir varlık olmaktan çıkarmıştı. Hayvan artık sanayide kullanılan bir hammadde olmuştu.
Üretim alanının dışında, hayvanat bahçeleri, sirkler, at yarışları hatta hayvan dövüşleri sürüyordu, ava çıkanlar vardı ama artık hayvanlar gündelik hayatın içinde olmaktan çıkmış, özel ilgi alanlarına konu olmaya başlamıştı.
Dostluk, yoldaşlık
Bu durumun istisnası kedi ve köpek başta olmak üzere, dostluk kurulan hayvanlar oldu. İnsanlara somut bir yarar sağlamadığı halde dostluk kurulan hayvanlar binlerce yıldır vardı.
Bu dostluğun ne kadar derin bir duygu içerdiğini, insan-hayvan ilişkileri ne kadar dönüşürse dönüşsün, varlığını sürdürmesinden anlıyoruz. Dostluk kurulan hayvanlar hep var oldu ve birçok insan onların sayesinde, genel olarak hayvanları anlamaya, onları dert edinmeye başladı.
Hayvanlar dünyasından kopuk sanayi toplumunun insanı, doğal olarak önce çevresinde yaşayan, dost edindiği hayvanların sorunları ile ilgilendi. Çalıştırılan atlar ve sokak köpekleri ilk ilgi çeken hayvanlar oldu. 20. yüzyılın başlarında Almanya, Hollanda, İngiltere gibi ülkelerde hayvanlarla ilgili ilk küçük adımlar atıldı.
1931 yılında Floransa'da ilk kez Uluslararası Hayvanları Koruma Kongresi düzenlendi. Aziz Francis günü olan 4 Ekim, hayvanların günü olarak kabul edildi. Fransisken tarikatının kurucusu olan Aziz Francis, Hristiyan aleminde hayvanların ve doğal çevrenin hamisi olarak görülen bir din adamı. Muhtemelen "İreçberler hoşça tutun öküzü" diyen Pir Sultan Abdal gibi şefkatli bir insan.
Hayvan haklarına ilişkin faaliyetlerin güçlenmesi ve yaygınlaşması da, diğer birçoğu gibi 1968 hareketlerinin eseri oldu. 70'li yıllarda tıpkı feminizm gibi, çevre hareketi gibi, savaş karşıtlığı gibi hayvan hakları kavramı da öne çıkmaya başladı. Dönem, her türlü haksızlığa karşı itirazların yükseldiği dönemdi.
Hak hareketleri en kısa söyleyişle, her türlü öteki kavramına karşı çıkan, ötekini savunan, ötekine değer veren hareketlerdir. Her türlü farklılaşmadan bir öteki yaratıldığını biliyoruz. Bir insan için olabilecek en öteki kavram, hayvandır. Hayvanları değerli kılmak her türlü ötekinin dışlanmasına, aşağılanmasına direnmek anlamına gelecektir.
Hayvanları savunmak hayatı dönüştürmek için atılan adımlardan biridir. Bu bakımdan, diğer hepsi gibi hayvan haklarına yönelik faaliyetler de siyasidir. (BD/SD)