Kapitalizmde her şey tüketimin üzerine kurgulanır. Bu nedenle istesek de istemesek de; farkında olmadan tüketim çılgınlığının içinde, moda rüzgarının kanatlarına takılmış buluyoruz kendimizi. Bizleri sürekli satın almaya teşvik eden reklamlarla bilinçaltımıza kazınan markalar, karlarını arttırmak, tüketiciye kendini beğendirmek için imajlarına milyarlarca dolarlık yatırım yapıyorlar. Ar-Ge ve halkla ilişkiler departmanları satış ve azami kar için çalışmalarına devam ediyorlar.
Emek-yoğun bir sektör olan tekstilde markalar, imajlarına dudak uçuklatan paraları yatırırken diğer taraftan sürekli daha düşük maliyetli üretim alanları arıyorlar. Bu nedenle üretim, görece daha demokratik, daha örgütlü, maliyetli, yasaların daha katı ve tüketici bilincinin daha yüksek olduğu topraklardan, düşük maliyetli işçi ve çevre sağlığının dikkate alınmadığı, sendikal örgütlülüğün olmadığı/zayıf olduğu ülkelere doğru kaydı. Kadın emeğinin yoğun ve daha ucuz olarak kullanıldığı bu sektörde, düşük maliyetli üretim alanı arayışı, tedarik zincirlerinde pek çok ihlalleri de beraberinde getirdi.
Çoğu kez bu ihlaller işçi ölümlerine kadar giden sonuçlar doğuruyor. İş sağlığı ve güvenliği tedbirlerinden yoksun çalışma koşullarında üretim yapılmasının bedelini işçiler canları ile ödüyor. Takip edenler hatırlar, 11 Eylül'de çoğunluğu kadın ve gençlerin oluşturduğu 318 işçi Pakistan'da tekstil fabrikasında çıkan yangında can verdi. Daha bunun şokunu üzerinden atamamış, dehşet görüntüleri hafızamızdan kaybolmamışken, 24 Kasım'da Bangladeşli 112 tekstil işçisi -büyük bölümü yine kadındı- bir fabrika yangınında yaşamını yitirdi. Bu ölümler Bangladeş ve benzeri uzak doğu ülkeleri için sürpriz değil! 2006 yılından bu güne sadece Bangladeş'te 500 kadar işçi, uluslararası markalar için üretim yapan fabrikalarda çıkan yangınlarda can verdi.
Daha fazla kar uğruna yaşanan bu dramlara son verilmesi ve insan onuruna yakışır çalışma ortamlarının yaratılması için çeşitli sivil toplum örgütleri, sendikalar çalışmalarına devam ediyor. Tüketici örgütleri diğer sivil toplum örgütleri ve sendikalar tarafından yürütülen bu çalışmalarla markaların bu hukuk tanımaz, cana kast eden, sadece kara endeksli, yoksulluğun hüküm sürdüğü koşullarda üretim yaptıran markalar deşifre edilerek, tüketiciler satın aldıkları malların üretim koşulları hakkında bilgilendiriliyor. Tüketicileri, aslında hiç de zahmetli olmayan bir yolla, internet üzerinden yaşanan haksızlığa tepki göstermeye çağırıyorlar. Böylece markalar üzerinde tüketici baskısı yaratarak onları dizginlemeye çalışıyorlar.
Peki, bu çalışmalar ne kadar etkili?
Satış ve azami kar, bu uluslararası şirketlerin birincil hedefi bu nedenle de en hassas ilişki tüketici ile aralarında satış üzerinde kuruluyor. İmajın tehlikeye girmesi satışların düşmesi onlar için en kritik nokta. Bunun üzerine yapılan etkili çalışmalardan birine, geçtiğimiz günlerde Greenpeace imza attı. Sosyal medyanın desteğiyle çok etkili ve kısa sürede sonuç alan bir protesto eylemine yaptı. PFC grubu zehirli kimyasallar kullanarak üretim yapan, modanın önde markalarından İspanya kökenli Inditex grubuna bağlı Zara'yı çevreyi ve sağlığımızı tehdit ettiği için, iyi kurgulanmış kampanya etkinlikleriy deşifre etti.
Bu eylem haklı olarak kısa sürede karşılığını buldu. Çoğumuz farkında olmadan zehirli kıyafetleri giyiyor olmanın yarattığı dehşetle kampanyaya katıldık ve kampanyanın internet üzerinden yayılması için harekete geçtik. Sağlığımız ve geleceğimiz söz konusu olunca sekiz gün gibi kısa bir sürede kampanya 300 bin imzaya ulaştı.
İnternet üzerinden imza kampanyası ile yayılan tepkilerin müsebbibi Zara, tüketicilerden gelen bu baskıya kayıtsız kalamadı. Tüm tedarik zincirlerinde ürünlerini 2020 yılına kadar bu zehirli maddelerden arındıracağı sözünü verdi.
2011 yılından beri müzakereleri devam eden ancak sonuca ulaşılamayan bu süreçte, en etkili ve hızlı aşama; tüketicinin de harekete geçirildiği eylem haftasında yaşandı. Böylece Zara da M&S ve H&M'den sonra, zehirli kimyasal kullanımından kendini ve ürünlerini arındıracağı sözünü veren markalar arasına girdi.
Yine benzer ve önemli kampanyalardan biri de, uluslararası sendikalar ve uluslararası tüketici "network"u olan Temiz Giysi Kampanyası tarafından 2008-2011 yılları arasında yürütülen, kot kumla işçilerini teker teker ölüme götüren kot kumlama işinin yasaklanması kampanyasıydı.
1960'larda Avrupa'da yasaklanmasına rağmen, kumlanmış kottan vazgeçmeyen markalar başka başka ülkelerde kumlama işlemine devam ediyorlardı. Kot kumlama işinin, ülkemizde merdivenaltı tabir edilen koşullarda yaptırılıyordu. İşçilerin soludukları Silikozis nedeniyle öldüklerinin açıklanması sonucunda, bu işi yaptıran markalara yönelik tepkiye dönüşmüş, kampanya konusu haline getirilmiş ve kampanyanın sonucunda pek çok marka kot kumlama işine son verdiğini açıklamıştı. Nihayetinde, 50 kadar işçinin hayatının kaybetmesine neden olan kot kumlama işi yasaklanmış, neredeyse tamamı sigortasız çalışmakta olan bu hastalara maaş bağlanmış ve tedavileri devlet tarafından karşılanır duruma geldi.
Tüketicinin elindeki güç
Yukarıda ancak iki tanesini örnek olarak verebildiğim kampanyaların sayısı bu kadarla sınırlı değil ve her geçen gün sayıları da artmakta. Kampanyalarla, bazen bunumuzun dibinde yaşanan bazen ise dünyanın bir ucundaki haksızlığa dikkatlerimiz çekilmeye çalışılıyor. Tüketici baskısının gücünün fark edilmesi ile birlikte tüketici örgütleri ve sendikalar, duyarlılık yaratmak için uzun suredir çeşitli faaliyetler yürütüyorlar. Markaların tedarik zincirlerindeki üretim süreçlerini takip ederek kamuoyunu bilgilendiriyorlar.
Tüketicilerin hak ihlallerine karşı mobilize olmasını sağlayan çeşitli kampanyalar yürütüyorlar. Özellikle, bu bilişim çağında iletişimin, bilginin yayılma hızını göz önüne aldığımızda tüketici örgütlülüğü, farkındalılığı ve yaptırım gücü muazzam şekilde arttı. Bu vesile ile markalar dünyanın neresine giderlerse gitsinler yaptıklarını, hangi koşullarda işçi çalıştırdıklarını, ortaya çıkan hak ihlallerini takip etmek mümkün hale geldi
Tüketici tepkisine dayanan eylemlerin sonuç alıcılığı ve uluslararası markalar üzerinde yaratmış oldukları basınç, hak ihlallerinin kısmen de olsa giderilmesi adına önemli bir araç haline geldi. Markalar, tehlikeye düşen imajlarını kurtarmak için adımları atmak zorunda kalıyorlar. Aksi takdirde, oluşabilecek olumsuz tepkilerin artması, o markaların karları ile ters orantılı olarak gelişecek.
Karların azalmasına yol açabilecek müşteri memnuniyetinin tepkiye dönüşmesi ve tepkilerin yayılması bu uluslararası markaların kabusu oldu. Bu nedenle, markalar ürünlerini satın alma potansiyeli olan insanlardan gelebilecek örgütlü tepkiler nedeni ile giderek daha tedbirli davranmak zorunda kalabiliyorlar.
Hazır, bu uluslararası markaların zayıf yönleri keşif edilmişken, biz tüketicilere düşen görev de daha yüksek bir sesle "insan hayatına mal olmayan, yoksulluk içinde üretilmeyen, çocuk emeğinden arındırılmış, sendikal hakların var olduğu üretim alanlarında üretilen kıyafetleri giymek istiyoruz" demek olmalı. (NG/HK)