Muhteşem Alp dağlarının çevrelediği gayet geniş bir ovadayız.
Tepeler karlı, yamaçlar kayalık, yerler çimle kaplı. Havada bir heyecan hissediliyor.
Masmavi gök, tertemiz atmosfer, pırıl pırıl parlayan sıcacık güneş de cabası.
Kamera alçalıyor ve yüzlerce seyirciyi bir açık hava arenasında inek güreşlerini coşkuyla izlerken görüyoruz; ciddi olduğu kadar samimi jüri üyeleri hususi tribünlerinden nihai kararları veriyor.
Birer boğa kadar ihtişamlı, kapkara inekler fazla agresif davranışlar sergilemeseler bile, güçlü olanlar kabadayı edası takınarak zayıfları birkaç boynuz dokunuşuyla sindirip eliyor, geriye o senenin muzafferi "kraliçe" inek kalıyor.
Filmin kahramanı Vedette kraliçeliğin gereklerini layıkıyla yerine getirmiş, sahibinin gözbebeği bir inek. Folklorik bir manzarayla karşı karşıya olduğumuzu sansak da aslında iş felsefi sorgulamalara kadar varıyor.
Cannes Film Festivalinin Acid bölümünde yer aldıktan sonra IDFA'nın programında da kendine yer bulan Vedette belgeseli her geçen gün daha fazla et tüketmeye yönlendirilmiş etoburlara tokat gibi iniyor.
Yılların tecrübeli sinemacıları Claudine Bories ve Patrice Chagnard'ın gayet eğlenceli filmi meseleyi hicvi elden bırakmadan işliyor, işi "yamyam"lığı irdelemeye kadar götürüyor...
Assolist ve kraliçe
Filmin başlarında yönetmenlerden Claudine, ineğin sahibi komşusuna Vedette (okunuşu Vödet) hakkında fazlasıyla kavramsal, neredeyse ahretlik sorular yöneltmekte.
Kırsal kesim insanı olmadığı belli; bölgenin köylüleri için gayet bariz gerçeklerden bahsedilmekte aslında, fakat oralara nispeten yeni taşındığı için olsa gerek, sinemacının bazı dinamikleri bilmemesi veya soyut bir düzleme çekmeye çalışması da doğal diye düşünüyor insan.
Köylü kadın suallere elinden geldiğince cevap veriyor, kendisine çok benzeyen, beraberce hayvanlara baktığı kızıyla kamera karşısına geçip bilirkişi edasıyla konuşmaktan memnun ve gururlu görünüyor.
Türkçe'de assolistliğe tekabül edebilecek bir ismi var ineğin, çünkü aslında sahiplerinin gözdesi. Küçükken geçirdiği bir hastalıktan kurtulabilmesi için ona ailece bakmışlar, onu adeta hayata geri döndürmüşler.
Cinsine has özelliklerden insana yakınlığı bu vesileyle iyice ortaya çıkmış, etrafa saçtığı enerji, cüssesine ve gücüne rağmen yumuşacık davranışları, içli gözleriyle sahiplerine minnet borcunu kat kat ödemiş.
Sahipleri ona iyice bağlanmışlar ve onu ailenin bir ferdi saymaya başlamışlar. Aralarındaki ilişki bambaşka!
Hınzır sinemacı Claudine, yaşlandığı zaman normalde mezbahada kesilerek yemelik et haline gelme ihtimalini sorduğunda Vedette'in sahibi öyle bir ihtimalin asla olmadığını ifade ediyor; ineklerin mezbahaya götürüleceklerini önceden hissettiklerini, Vedette'e öyle bir şey yapamayacaklarını, olsa olsa ötanaziyle hayatını sonlandırabileceklerini söylüyor.
O durumda etinin yenme olasılığının da zaten ortadan kalkmış olduğunu öğreniyoruz.
Bir Descartes eksikti!
Gel zaman git zaman, yeni bir inek güreşi mevsimi geliyor, fakat Vedette kraliçeliği kaptırınca sahibi onu yaylaya bile götüremeyeceğini komşularına ilan ediyor.
Yılların kraliçesi hayvanlar arasında zaten hissedilen hiyerarşide mutlaka ezilecektir; dolayısıyla psikolojik olarak daha fazla sarsılmaması için onun her zamanki ahırında tek başına kalması daha iyi olacaktır.
Üstelik ona göz kulak olma görevi bizim komşu sinemacılara verilmiş, hayvan sahibinin esas ricası Vedette ile vakit geçirip ahbaplık edilmesi, onunla alışık olduğu biçimde konuşulması ve şefkat gösterilmesinden ibarettir.
Belgeselci Claudine aslında ürktüğü Vedette ile o zaman gerçekten yakınlaşıyor, bir ineğin bir karakteri olabileceğini idrak ediyor, Vedette'e adeta bağlanıyor.
Dik yamaçlarda serbestçe otlanırken ahırına vakitlice dönmediği zaman onu merak ediyor, ayrıca düzenli olarak ona şarkılar söylüyor, hatta kitap okuyor.
Lakin sık sık mırıldandığı melodinin, siyahların köleliğiyle ilgili Duerme Negrito şarkısına ait olmasına ne dersiniz?
Ya Descartes'ın yumurtlamış olduğu, hayvanların aslında acı hissetmediklerine, fiziksel yapıları dolayısıyla acı hissediyormuş gibi davrandıklarına dair cümlelerin yüksek sesle Vedette'e okunmasına?
Aralarında yoğunluğu gittikçe artan flört sayesinde ineklerin hisli ve karakterli yaratıklar olduğunu seyirci de idrak ediyor.
Yoksa Vedette kraliçelik unvanını yitirdiğinden beri sahiplerinin gözünden mi düşmüştür?
Kamera karşısında böbürlenmeler iyice azalmış, köy zihniyetine göre özel dünyaların fazlasıyla ortalığa saçılmış olmasından mı ne, komşular arasında bir soğukluk bile baş göstermiştir...
"Yerim ben seni"
Yanakları şişkin, kolları bacakları boğum boğum bir bebeği gördüğümüzde birçoğumuzun ağzından "Yerim ben seni..." kelimeleri dökülüverir. Hissedilen çekim o kadar güçlüdür ki onu yiyip yutmak gelir içimizden...
Ayrıca savaş veya başka felaketlerden kaynaklanan açlık baş gösterdiğinde insanın herhangi bir et çeşidine evet dediğini, belki evinde hayatını paylaşmış olduğu petini veya zayıf düşmüş bir akrabasını yediğini bile duymadık mı?
Filmin yönetmenleri Claudine Bories ve Patrice Chagnard uzun yıllara dayanan mesleki tecrübelerini filme damıtarak aktarmış ve bu hassas mevzuya layıkıyla parmak basmışlar; etle arası bozuk olmayanları dahi, bir anlığına da olsa sarsabildikleri rahatça söylenebilir.
Oya gibi işlenmiş bir senaryo ile karşı karşıyayız doğrusunu söylemek gerekirse.
Bu tarz, adeta önceden projelendirilmiş belgesellerden hoşlanmıyor olsanız bile vaziyetin farkına vardığınızda, sinemacıların az çok teatral tavırlarını, hınzırlıklarını, eleştirel yanlarını hissettiğiniz ölçüde oyuna dahil olmanın nesi kötü?
Aslında gayet geleneksel bir üretim/tüketim yapısıyla tekrar karşılaşmış oluyoruz bu dağ başında, fakat filmde asıl sorgulanan sanki hayvan sahibinin samimiyetsizliği, havalara girerek yüksekten atması, sıkıştığında daha önce söylediklerini inkâr etmek suretiyle ters yönde hareket etmesi.
Vedette belki sahipleri için prestijini yitirmiştir fakat o arada sinemacıların gözünde gerçek bir kahramana dönüşmüştür ve bilhassa belgesel sayesinde ilelebet yaşayacaktır...
Yoksa esas mesele çılgın kapitalizmin dayattığı aşırı et tüketimine dikkat çekmek olmasın?
Et endüstrisinin çevreye verdiği büyük zarar yok sayılarak sınıf atlamanın olmazsa olmazlarından, neredeyse her öğünde et yenmesi ne kadar gereklidir?
Daha geçenlerde İspanya'nın Tüketim İşleri Bakanı Alberto Garzón halka seslenerek iklim kriziyle mücadele etmek için daha az et yemelerini rica etmedi mi?
Vedette gibi serbestçe otlayan hayvanların gezegen çapında ne kadar azaldığı düşünülürse hangi şartlarda yetiştirildiği pek de belli olmayan hayvan etlerinin sağlığımıza zaten faydası ne kadardır ki?
Etten uzaklaşıp vejetaryenlik ve benzerlerine alaka arttıkça düne kadar rahatça ulaşabildiğimiz ürünlerin fiyatlarının inanılmaz boyutlara ulaşması bir yana, yediğimiz malın ne kadar temiz olduğunu nereden bileceğiz?
Oysa Vedette'in sahipleri anne ve kız, gözdelerinin etini çiğnerken bu hususta hiçbir kuşkuları olmadığından lokmaları afiyetle yuttuklarını gönül rahatlığıyla ifade ediyorlar...
(MT/PT)