Gençliği bir mutluluk dönemi sanmak yanılgısına düşenler, ihtiyarlığı da, acıklı, hatta biraz ayıp bir dönem sayıyorlar. "Artık ben ihtiyarladım" deyince "hayır ihtiyarlamadınız, sadece yaşlandınız" diyorlar. Sanki yaşlanmakla, ihtiyarlamak aynı anlama gelmiyormuş gibi, "ihtiyarlamak" hafifçe müstehcen bir sözcükmüş gibi...
Bir de "sizi çok iyi gördüm" lafı var. Benden genç olanlar, benimle karşılaşır karşılaşmaz, "sizi çok iyi gördüm" diyorlar selam yerine. Bunu otomatik olarak söylerken, iyi niyetliler, "vah zavallı! Amma da çökmüş!" diye düşünüyorlar. Kötü niyetliler de "bu moruk da hâlâ ayakta kaldı" diyorlar içlerinden.
İhtiyarlamak, hiç utanılacak, üzülecek bir durum değil.Yaşımı bildirmekten hiçbir zaman çekinmedim. Hatta iyice ihtiyarladıktan sonra, biraz gururla, neredeyse övünerek ilan etmeye başladım tam kaç yaşında olduğumu.
Atmışından sonra, yaşlanmaya yüz tuttuğunuz gerçeğine katlanmak zorunda kalırsınız. Hiç de kolay değildir bu. Ama bu acı gerçeğe katlananlar, "artık ben yaşlıyım" diyenler, aklın alamayacağı bir rahata kavuşurlar. Eğer sağlık durumları az çok yerindeyse, hiç kimseye muhtaç olmadan bir evde yalnız yaşayabiliyorsa, yaşlılığın huzurlu, hatta mutlu bir dönem olabileceğini anlarlar. Bunu anladıktan sonra da, yaşlılığın nimetlerinden yararlanabilmenin yolunu arayabilirler. Örneğin, yaşlandıklarını bahane ederek şımarabilirler.
Yaşlılığımda, "şunu yapmak istiyorum, bunu yapmak istiyorum, şunu yemek istiyorum, bunu yemek istiyorum" diye tutturunca, yakınlarım bu seksenlik ihtiyarın isteklerini yerine getiriyorlar. Ben de hiç utanmadan, elimden geldiğince sömürüyorum bu durumu.
Gencecik insanlar ölüp giderken, bu kadar uzun yaşamanın bedelini ödemek zorundasınız elbette.Bu bedeli fazlasıyla ağır ödemek istemeyenlerin, "İyi ihtiyarlamak için yiğit olmak gerekir" sloganına uymaktan, sağlıkları konusunda dırdırlarını kesmekten, bedenleriyle birlikte kafalarının da yaşlanmasını engellemek için yoğun bir çaba göstermekten başka çareleri yoktur.
Doksan yaşına gelince, dadım Gülüstan Hanım'ı, kendi isteği üzerine, Bakırköy'de bir huzurevine yerleştirdim. Tek kişilik odası, TV'si, eski ve çok yakın bir dostu vardı orada. Gel gelelim, bir ay sonra, "Ben ne yapayım burada? Hepsi ihtiyar" diyerek, kıyametleri kopardı, eve geri döndü. Çocuklarımın arkadaşları gelince, en güzel giysilerini giyer, takılarını takar, süslenir püslenir. Oturma odasında bir koltuğa yerleşirdi. Kendi lafa karışmadan, gençlerin söylediklerini ilgiyle dinlerdi.
Bütün ihtiyarlar gençlerle birlikte olmaya can atarlar. Torun sahipleri çok talihlidirler bu açıdan. Yaşlı bir insanın torunlarıyla ilişkisi, gençken çocuklarıyla ilişkisinden kat kat daha rahattır. Çocuklarla yaşanan gerginlik torunlarla yaşanmaz. Çocuklar da, anneleriyle babalarına gösterdikleri tepkileri büyükanneleriyle dedelerine göstermezler. Hoşgörülüdürler bu ihtiyarlara. Ninelerle dedeler de, torunlarına fazla karışmazlar. Sadece severler, canları istediği kadar da şımartabilirler onları. Böylece huzurlu bir sevgi ortamı oluşur küçüklerle yaşlılar arasında.
Benim iç dünyam genç olmasına genç de bugünün gençliğinin iç dünyasıyla ne derece uyum içinde bilemem. Çünkü günümüzün çoğu gençleri siyasal ve toplumsal sorunlara tamamıyla ilgisiz. Bol para kazanmak tek amaçları.
Sigarayı bir türlü bırakamamamın bana verdiği aşağılık duygusundan ancak yaşlanınca kurtuldum. Çünkü Profesör Dr. Süleyman Velioğlu bana dedi ki; "Mina Hanım, daha genç olsaydınız, sigarayı bırakmanız için size korkunç baskı yapardım. Ama artık yaşlanmaya başladınız. Ve bir insan, alışkanlıklarıyla birlikte yaşlanmalı." Ayağa kalktım, Süleyman Bey'i bağrıma bastım, öptüm. O ne doğru laf! Ruh doktoru dediğin böyle konuşmalı işte!
Doksan yaşına varan Sofokles'e kadınlar, aşk, bedensel hazlar filan bittiği için üzülüp üzülmediğini sormuşlar. "Ne üzülmesi!" demiş Sofokles. "Zalim bir efendinin elinden kurtulup sonunda özgürlüğüne kavuşan bir köle kadar mutlu hissediyorum kendimi." Cinsellikten kurtulmak gerçekten mutluluk ve huzur verebilir insana. Ama bu mutlu dönemi salt iradenizle, kafanızın verdiği bir kararla başlatamazsınız. "Tamam, artık bitti" dersiniz kendi kendinize. Sonra bir de bakarsınız ki, hiçbir şeyin bittiği yok. Cıvıl cıvıl cıvıldayan küçük kuşlar sanki uçuşmaktadır derinizin altında.
Sofokles'in zalim efendisinden kurtulmanız için, belirli bir yaşa varmanız ve cinselliğinizi, sevinçleri ve acılarıyla doyasıya yaşamış olmanız gerekir. Cinselliklerini vaktinde yaşamadıkları için, beyaz atıyla gelecek yakışıklı prensi yetmişinde hala bekleyen nice kadınlar; seksenindeyken gencecik kızlara ölesiye aşık olan nice erkekler tanırım. Onları ayıplamıyorum; hatta o yaşta böylesine yoğun heyecanlara kapılabildikleri için, biraz da beğeniyorum onları.
Mayıs 1968 Paris'inde duvarlara yazılanlar arasında en çok dikkatimi çeken sloganlardan biri şuydu: "Gençler aşk yapar, yaşlılar müstehcen hareketler yapar." Gençlerin ihtiyarlara karşı acımasızlığının çarpıcı bir örneğiydi bu elbette. Ama ne yazık ki doğru bir yanı da vardı.
Yaşlılığa ikinci çocukluk derler. Bende bundan yararlandım. "Sekseninden sonra, insanın çocuklaşmaya, hatta bunamaya hakkı vardır" dedim kendi kendime. "Vah zavallı, bunadı desinler canları isterse" dedim.
Yaşlılar aynalara bakarken -çok ender bakarlar aynalara- kendi yüzlerini değil, başkalarının yüzlerini görürler. Kendi dertlerine değil, başkalarının dertlerine çare bulmak için uğraşırlar. Kişisel mutluluk gibi pespaye bir amacı gütmekten vazgeçerler.
Oysa bedenin çöküşü, beynin temposunun ağırlaşması bir yana, birçok felaketi daha vardır ihtiyarlığın. Bunların en korkuncu sevdiklerinin ölümüdür. En yakın arkadaşların ölür, gencecik insanlar ölür, doğurduğun çocuk ölür.
Uzun yaşamanın bir felaketi sevdiklerinizin ölümünü görmekse, bir başka felaketi de yalnızlıktır. İhtiyarlar aranmaz. Yaşıtlarınız sağlık durumlarından ötürü size gelemezler. Siz de ikide birde onlara gidemezsiniz. Gençlerin ve orta yaşlıların ise, işi gücü vardır. Kimseyi aramaya pek vakit bulamazlar. Yapa yalnız kalırsınız böylece.
Kırkına kadar yaşadığımız her olayın bir yeri, bir önemi, bir anlamı vardır. Kırkından sonra tempo inanılmaz biçimde hızlanır. Bir bakarsızın daha dün olduğunu sandığınız bir şey on beş yıl önce geçmiştir.
* Bu metin, yazarın Bir Dinozorun Anıları (Yapı Kredi Yayınları, 20. Bası,1998) adlı kitabının "Yaşlılık ve Ölüm " başlıklı bölümünden (s: 10-66) yapılan alıntılardan oluşuyor.