Artık ekonominin geleceğinden söz ederken Endüstri 4.0 gibi havalı kavramları kullanmadan olmuyor. Türkiye ekonomisi ile ilgili bütün temennilerde bu ve benzeri kavramlar elbette önemli ve giderek daha da önemli olacak. Fakat bir de birinci sanayi devriminden beri önemini koruyan inşaat sektörü ve konut sorunu var (O zamanlar Endüstri 1.0 denmiyordu ama Engels’in “Konut Sorunu” diye bir kitabı vardı). Türkiye ekonomisi için halen belirleyici olan sektör bu. Sadece ekonomi değil siyaseti de büyük ölçüde inşaat belirliyor.
İnşaatla büyümek
2000’li yıllarda Türkiye ekonomisini geliştiren, büyüten, sürükleyen sektörün inşaat olduğunu biliyoruz. İnşaat gittikçe ağırlık kazanıyor, inşaat geliştikçe ekonomi büyüyor, birçok sektör bu büyümeden nasipleniyor. İnşaat geliştikçe iktidar güçleniyor. Çok yeni bir model değil bu, 20. yüzyıl boyunca birçok ülkede uygulanmış ve hala uygulanıyor.
21. yüzyıla girdiğimiz sıralarda Türkiye’nin gayrisafi yurtiçi hasılasında inşaat sektörünün payı yüzde 5 dolaylarındaydı. Bu pay 2010 yılında yüzde 6’ya çıktı, 2015’de de yüzde 8 oldu. 2016 yılında inşaat sektörünün payı daha da yükseldi, 2. çeyrekte yüzde 9,5, 3. çeyrekte yüzde 8,4 oldu. İnşaat sektörü bütün dönem boyunca GSYH’dan daha hızlı büyüdü, öteki sektörleri de sürükleyerek büyümenin başını çekti.
2009=100 olarak hesaplanan zincirlenmiş hacim endeksine göre inşaat sektörü 2000 yılındaki 60 değerinden, 2015’te 199 değerine yükseliyor. Oysa aynı dönemde GSYH endeksi 73’den ancak 153’e yükselebiliyor. Dönem boyunca inşaatın büyümesi diğer sektörlerden daha hızlı. Yine de 2014 ve 2015 yıllarında inşaatın büyüme hızı yüzde 5’e kadar düştü. Bu oran 2008 krizi bir yana bırakılırsa en düşük değer.
Bu yavaşlamaya rağmen inşaat sektörünün önemi devam ediyor. 2016 yılının 3. çeyreğinde GSYH zincirlenmiş hacim endeksi yüzde 1,8 azaldı. Bu dönemde tarım katma değeri yüzde 7,7, sanayi katma değeri yüzde 1,4, hizmetler katma değeri yüzde 8,4 azalırken, inşaat katma değeri yüzde 1,4 arttı.
Yurtdışı müteahhitlik hizmetlerinde de benzer bir durum var. Türkiye’nin inşaat firmalarının yurt dışındaki taahhüt tutarı 2003 yılından beri sürekli olarak yükselmiş ve 2013 yılında 30 milyar dolar ile zirveye çıkmıştı. Büyük ölçüde siyasi nedenlerden dolayı düşmeye başladı, 2015 yılında 22 milyar dolara kadar düştü. Komşu ülkelerle ilişkilere bakılırsa yeniden yükseleceğini varsaymak için elimizde hiç gerekçe yok.
İnşaatın istihdamda da önemli bir payı var. 2010 yılına kadar inşaat sektöründe 1,5 milyon kişi istihdam edilirken, 2015 ve 2016 yıllarında bu sayı 2 milyona yaklaştı. 2016 yılında inşaat sektörü çalışanlarının toplam istihdamdaki payı –mevsimsel dalgalanmalar göstermekle birlikte- yüzde 7 dolaylarında. Yeni açıklanan 2016 Aralık verileri de genel durumu doğruladı, inşaat sektöründe istihdam azaldıkça işsizlik oranı yükseliyor.
İnşaat sektörü derken büyük ölçüde konut yatırımlarından söz ediyoruz. İnşaat sektörünün yüzde 60’ını konut inşaatları oluşturuyor. Türkiye’de toplam sabit sermaye yatırımlarının yüzde 13’den fazlası konut yatırımı. Dolayısıyla konut yatırımlarının seyri ekonominin gidişi hakkında önemli bir gösterge.
Konut iyi de, müşteri lazım
Konut yatırımlarına geçmeden önce Türkiye’nin konut ihtiyacından kısaca söz etmek gerekiyor. Büyükşehir yasası ile yerel yönetimlerin altüst edilmesinden dolayı, 2013 yılından bu yana resmi olarak ülkenin kentleşme oranı saptanamıyor. Fakat özel çalışmalarla 2015 yılında kentleşme oranının yüzde 73,5 olduğu tahmin ediliyor. Kent nüfusunun her yıl 1,1-1,2 milyon kişi dolaylarında arttığı görülüyor. Türkiye’de ortalama hanehalkı büyüklüğü 3,8 kişi olduğuna göre, salt demografik nedenlerle yıllık konut ihtiyacının 300 bin konut dolaylarında olduğu anlaşılır. Bu rakama kentsel dönüşüm nedeniyle yıkılan binaları da eklemek gerekir ama TOKİ bu konuda bilgi vermediğinden net bir rakam kullanılamıyor.
Eğer konut politikasını belirleyenler ülkedeki ortalama hanehalkı büyüklüğünü küçültmek, örneğin 3,5’e düşürmek isterlerse, konut ihtiyacı 350 bine doğru yükselir. Ancak her aileden üç çocuk talep eden cumhurbaşkanının böyle bir tercihi olacağını sanmıyorum.
Bu ihtiyaca karşılık konut inşaatlarının sürekli olarak arttığı görülüyor. 2005 yılında 250 bin konutun inşaatı tamamlanırken, 2010 yılında 350 bin konut yapılıyor. Bu sayı 2013’den sonra yılda 750 bin konuta kadar çıkıyor. Son beş yılda 3,5 milyon konutun inşaatı tamamlanmış ki bu da yılda ortalama 700 binin üzerinde konut yapıldığını gösterir. Üstelik aynı dönemde inşaatına başlanan konut sayısı 4,5 milyonu aşıyor ki bu da yılda ortalama 900 bin konut yapımına başlandığını gösteriyor.
Son beş yılda inşaatına başlanan konutların önümüzdeki beş yılda tamamlanacağını varsayabiliriz. Bu durumda 2005 yılından bu yana 6 milyon konut inşaatının bitirildiğini, 4,5 milyon konut inşaatının da halen devam ettiğini görüyoruz. 80 milyon nüfuslu Türkiye’nin toplam konut stoku 20 milyon civarındadır. Yani, dönem sonunda Türkiye nüfusunun yaklaşık yarısı yeni konutlarda oturuyor olacaktır.
Bunun bir başarı hikayesi olup olmadığı nereden baktığınıza göre değişir. Ama nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin, inşaatla büyüme sürecinin fazlasıyla zorlandığı ve sonuna gelindiği açıktır. Ülkede bu kadar konut yatırımını karşılayacak talep yoktur, gelir dağılımında radikal değişiklikler yapmadan da bu talebi yaratmak mümkün değildir.
Zaten bu nedenle hükümet gözünü dış talebe çevirmiş ve yabancılara konut satışını kolaylaştıran düzenlemeler yapmıştır. Yine de yabancılara konut satışı yılda 20 bin civarını aşamamış, toplam konut üretimi içinde yüzde 2 dolaylarında bir pay ile yetinmiştir. Son günlerdeki dış politika gerilimlerinden sonra bu payın daha da düşmemesi mucize olacaktır.
Masada yer kapmak
Konut sektörünün daralma dönemine girmekte olduğu görülüyor. Buna paralel olarak ofis binaları ve alışveriş merkezlerinde atıl kapasite olduğu da yazılıp çiziliyor. Gayrimenkul spekülatörlerinden başka kimsenin bel bağlamadığı Kanalistanbul bir yana bırakılırsa, inşaat sektörünü coşturacak çapta altyapı projeleri de yok. Bütün bunlara karşın, inşaatla büyümeden vazgeçip daha zahmetli ve uzun vadeli politikalara yönelmeyi düşünen bir siyasi otorite mevcut değil.
İçeride gelirler kesildiğinde gözünü dışarıya dikmek Osmanlı geleneğine uygundur. Neo Osmanlılar da bunu bilir. Son sıralar, biraz da telaşla, Suriye savaşı biterken masada olmak gerektiğinden söz edilmeye başlandı. Siyasi demeçlerin arasında, güvenli bölgede kentler kurarız, toplu konutlar yaparız, altyapı getiririz, lafları sıkıştırılıyor. Bütün toplantılara katılmak, türlü çeşitli koalisyon arayışları, bir müttefikten ötekine yanaşmalar, kurtarılmış bölgeler oluşturmak; bunların hepsi yakın zamanda biteceği düşünülen Suriye savaşından sonra masada yer kapmak için. Bu masa “galiplerin” Suriye pastasını dilimlemek için kuracağı masa.
Masadaki pastanın büyüklüğü için ancak tahminler yapılabilir. Savaştan önce Suriye’nin nüfusu 21 milyon dolaylarındaydı. Savaştan ve yıkımdan fazla etkilenmeyen Şam, Lazkiye, Hama gibi kentler çıkarılırsa kabaca 15 milyon insanın yaşadığı yerlerin ağır tahribata uğradığı düşünülebilir. Bu da aşağı yukarı 3 milyon konutluk bir potansiyel yapar. 3 milyon konutun ne kadarının yıkıldığını ne kadarının sağlam kaldığını bilmiyoruz. Ama izleyen ve hesaplayan birilerinin olduğundan kuşku duymamak lazım.
Aslında cuma namazını Emevi Camiinde eda etmeye heveslenmeden önce, Türkiye’ye gelen Suriye İskan Kurumu Genel Müdürü İyas El Dairi, Suriye’nin yılda 100 bin konuta ihtiyaç duyduğunu söylemişti. O dönemde kamu altyapı projelerinde Beşar Esad ve diğer kamu yöneticilerinin inisiyatifi ile Türk firmalarına öncelik veriliyordu. Hatta Suriye’nin ilk uluslararası anahtar teslim sulama projesi olan El Bab-Tadif projesini bir Türk firması almıştı. Ama şimdi orada inşaatçılar değil askerler var, savaşıyorlar. (BD/HK)