Türkiye'deki sokağa inen canlılık ve dinamikle karşılaştırınca İngiltere'de şu anda yaşanan seçim öncesi atmosfer tuhaf denecek ölçüde sakin ve bir ölçüde de medyatik bir gündem olarak ilerliyor.
Fakat öte yandan bu tarihi seçimin sakin kampanya döneminde yaşanan birkaç gelişme ülkenin geleceğine çok derin bir şekilde yön verecek güçte ortaya çıktı.
Bunlardan ilki, ülke tarihinde ilk defa yapılan parti liderlerinin canlı yayın tartışmalarıyla geldi. Sırasıyla üç hafta boyunca Perşembe akşamları ITV, SKY ve BBC'de yayınlanan bu tartışma programları ülke siyasetine yeni bir parti ve yeni bir lideri armağan etti.
Amerika'daki Demokratlar-Cumhuriyetçiler ikiliği kadar derinliği olan İşçi Partisi-Muhafazakâr Parti rekabetine Liberal Demokrat Parti ve genç lideri Nick Clegg'in de ilk kez eklenmesi için 90 dakikalık bir canlı yayın yetti.
Bu canlı yayınlar neredeyse bir yıldır istikrarlı denebilecek bir seyir izleyen ve David Cameron'lu Muhafazakâr Parti'nin önde gittiğini işaret eden anketlerin de tamamen ters yüz olmasına, Liberal Demokratlara olan desteğin yüzde 18-20'lerden yüzde 30-32'lere kadar çıkmasına yol açtı.
Liberal Demokratların televizüel zaferi, zor da olsa salt çoğunluğu elde etmeyi uman Muhafazakârların planlarını tamamen bozdu, son bir yüzyıldır ilk defa İşçi Partisi'ni üçüncü parti konumuna düşürdü. Muhafazakâr Parti de, İşçi Partisi de ilk kez şimdiye kadar aşinası oldukları birbirlerinden farklı bir başka partiyle de mücadele etmek durumunda kaldı.
Bu bir açıdan demokrasinin, bir açıdan televizyonun nelere kadir olabileceğini gösterirken bir yandan da aslında İngiltere'de kamuoyunun ve siyasetin içine düştüğü zorluğun ne derece derin olduğunu açığa vuruyor.
Refah-eğitim düzeyi bir hayli yüksek bir ülkede kamuoyunun birden sarıldığı bir partiyi 90 dakika öncesine kadar hiç incelememiş olması, bunun için yalnızca bir canlı yayın programının yetmesi ülke ve demokrasiler tarihinde bir ilginçlik olarak kalacak. Nitekim bu durum ülkedeki bazı gazetelerde "seçmen elbise seçer gibi parti seçiyor" eleştirilerine de konu oluyor.
Öte yandan İngiltere siyasetine üçüncü bir aktörün eklenmesi, Türkiye'nin son sekiz yıllık siyasi atmosferine dair de referanslar içeren bir anlama sahip. İşçi Partisi ve Muhafazakâr Parti, AKP-CHP ikiliğinde olduğu gibi, çok uzun süredir rakiplerinin aslında yalnızca birbirleri olmasının rahatlığını yaşıyorlardı.
Fakat ne zamanki aralarında tarihten gelme ezberi bir üçüncü figür bozmak üzere araya girdi, iki parti de bir telaş içinde yeni söylemler üretmek durumunda kaldı. Bu açıdan bakıldığında Türkiye'de mevcut siyasi rüzgarın yönünü değiştirmek isteyecek hareketlerin Liberal Demokratlar örneğinden çıkarabilecekleri dersler olabileceğini söylemek mümkün.
Seçim Sistemindeki Adaletsizlik
Liberal Demokratların oyuna dâhil olması ülkenin bir başka problemi, temsil sorunundaki adaletsizliği net bir şekilde açığa çıkardı ve muhtemelen İngiltere'ye seçimden sonra tüm sistemi değiştirecek güçte bir gerçeği gösterdi.
İngiltere'de seçim bölgesi esaslı tek turlu çoğunluk sistemi, bölgesel-kentsel temsili adaletli bir şekilde sağlarken, ülke genelindeki toplam oyların temsilinin Parlamento'ya yansımasına engel oluyor.
"First past the post" olarak adlandırılan ve "çizgiyi ilk geçen kazanır" diye çevrilebilecek sistem, bir kentte veya seçim bölgesinde en fazla oyu alan partiye endeksli. Örneğin Liverpool'da İşçi Partisi diğer iki partiden bir oy dahi fazla alıyorsa, partinin ülke genelindeki başarısı dikkate alınmaksızın parlamentoya İşçi Partili aday gidiyor.
Bu da ülke genelinde aldığı oy oranıyla sonuncu dahi olsa seçim bölgeleri açısından avantajlı durumda olan İşçi Partisi'nin kendisinden neredeyse yüzde 10 daha fazla oy alması durumunda bile Liberal Demokrat Parti'nin en az iki katı kadar milletvekili çıkaracağı anlamına geliyor.
Son olarak 1 Mayıs'ta YouGov isimli şirketin yaptığı ankete göre, bu sistem nedeniyle İşçi Partisi ve Liberal Demokratlar ülke genelinde yüzde 28 gibi eşit bir oy oranına sahip olduklarında milletvekili dağılımı 269'a, 84 olarak İşçi Partisi'nin lehine oluyor.
Bir başka ilginç nokta da; aynı ankete göre yüzde 34 ile birinci gelen Muhafazakâr Parti, altı puan önde olduğu İşçi Partisi'nden bir milletvekili az çıkarıyor. Bu son anketin Perşembe günü gerçekleştirilecek seçimlerde gerçekleşmesi durumunda İşçi Partisi tek başına iktidar için gerekli olan 326 sayısına ulaşamayacağı için koalisyon arayışına girmek durumunda kalacak.
2005 yılındaki seçim sonuçları ve milletvekili dağılımı şöyle gerçekleşmişti: İşçi Partisi, yüzde 36.1 ile 349 milletvekili; Muhafazakâr Parti, yüzde 33.2 ile 210 milletvekili; Liberal Demokrat Parti, yüzde 22.6 ile 62 milletvekili ve diğerleri de yüzde 8 ile 29 milletvekili.
Türkiye'deki seçim sistemiyle karşılaştırınca, ülke genelindeki oy oranını esas alan mevcut yüzde 10 barajlı sistemin mağduru durumundaki Kürtlerin bir hayli seveceği "First past the post", muhtemelen bu seçimden sonra kurulacak hükümet tarafından bölgesel oyun gücü korunmak şartıyla ülke genelindeki genel oy oranının da hesaba katılması şeklinde değiştirilecek. Ya da en azından bu seçimden sonra tarihinde olmadığı kadar güçlenecek Liberal Demokratlar "tuhaf ve adaletsiz" olarak tanımladıkları bu sistemi büyük bir azimle değiştirmeye çalışacaklar.
Göç ve AB 'Sorunları'
İngiltere'nin 2010 genel seçimine giden süreç 2008'in ortasından başlayarak bugüne uzanan küresel ekonomik krizin Avrupa'nın en güçlü ülkelerinden birinin iç gündemini nasıl değiştirdiğini ve ne yöne sürüklediğini anlamak için de çok önemli verilerle dolu.
Şu anda ülkede göçe, göçmen toplumların varlığına karşı en açık fikirli parti olan İşçi Partisi'nden buna temelden karşı olan ırkçı British National Party'ye (BNP) kadar tüm partiler ülkeye yabancı gelişini asgariye indirmekte hemfikir, yalnızca yöntemleri üzerinden ayrışacak noktada.
Muhtemelen hiçbir şey halen sürmekte olan bu seçim kampanyası kadar İngiltere'nin göçten ne derece "bıkmış" duruma geldiğini bu kadar açık şekilde gösteremezdi.
Seçimin tüm çehresini değiştiren liderlerin televizyon tartışmalarının üç seansında da öne çıkan, Başbakan Gordon Brown'a yaşlı bir oy vereni olan Gillian Duffy'ye karşı sarf ettiği ve tarihi bir yenilgiye mal olması muhtemel "bağnaz" gafını yaptıran da esas olarak göç ve göçmenler sorunu oldu.
Brown, geçen ay rakiplerinin en çok eleştirilerine maruz kaldığı bu konuda özel bir basın toplantısı gerçekleştirmek zorunda kaldı ve daha sonra tüm seçim kampanyasında da vurgulayacağı üzere, Avrupa Birliği üyesi olmayan ülkelerden gelen insanları "kalifiye olmamaları durumunda" kesinlikle geri gönderecekleri sözü verdi.
Fakat zaten AB üyesi olmayan ülkelerden gelen göçmenlere karşı çok katı kuralları olan ve girmesi bir hayli zor bir ülke olan İngiltere'de aslında bu göçmen meselesinin kaynağında AB'nin üyeler arası serbest dolaşım ve çalışma hakkı yatıyor.
Bir süre önce fikrini sorduğum bir İngiliz mimar, vurgulu bir şekilde "ırkçı" olmadığını söylerken "kapımı bir Fransız veya İspanyol'un çalmasından hiç rahatsız olmuyorum ama aynı şeyi doğu Avrupalılar için söylemem güç" diyor, bu hissinin sebebi olarak da "artık çok fazla sayıda" olmalarını gösteriyordu.
Benzer şekilde sokaktaki insanların televizyon programları aracılığıyla şikâyet ettiği konu da aslında 2004'teki büyük genişlemeyle birliğe katılan gelişmekte olan yeni üye ülkelerden gelen "orantısız" göç.
Esas olarak ekonomik krizin tetiklediği bu ve benzeri tartışmalarla şekillenen bir kampanyanın ardından 13 yıllık İşçi Partisi iktidarını yıkması, 65 yıl sonra ilk kez bir koalisyon seçeneği yaratması ve ülkenin iki partili yapısını değiştirmekle sonuçlanması muhtemel bu seçimlerin İngiltere için bundan birkaç ay öncesine kadar bile pek kimsenin tahmin edemeyeceği büyük bir dönüşümü ifade edeceği kesin.
Bu dönüşümün Avrupa ve dünyaya yön verme kabiliyetinde olan bir ülkede gerçekleşiyor olması yaşananları hiç şüphesiz daha da ilgiyle takibe değer kılıyor. (HA/EÖ)
(*) Yazı www.acikradyo.com.tr sitesinde 5 Mayıs'ta yayımlandı.