“Atarlı giderli şarkılar var, bana olmaz; Ben yine aşk ve devrim şarkıları söylemeye devam edeceğim” diyor konserinin başlarında Leman Sam. Salon tümüyle dolu. Bir büyük yorumcunun böyle bir yerde ve anda, kendisi ve kariyeri hakkında söyleyebileceği en güzel sözlerden biri değil mi bu?
O yüzden sol pop bu, içinde hümanizm var, savaş karşıtlığı var, doğa sevgisi var, özgürlük arzusu, eşitlik arayışı, insancıllık ve iyilik umudu var. Zamanın ruhuna uygun, “en güçlü benim; hepinizi silerim” tarzı basitlikler yok, faşist maçoluklar, rol kesmeler, böbürlenmeler hiç yok. İnsan narinliği, kırılganlığı var hep.
O, bu laflarla söylemese de albümlerini dinlediğinizde ya da kalkıp konserine gittiğinizde içinize tarifi zor bir “insanız işte” hissi doluyor, “insanlık hallerinin” farklı tezahürlerini dinliyor, dalıyor ve düşünüyorsunuz.
O yüzden biraz terapötik de, Leman Sam dinlediğinizde her yerimizi sarmış karanlık ve pislikten istemsizce rahatlıyor, biraz da arınıyorsunuz. Sizin yerinize de koruyor, sizin için de savaşıyor sanki, zarafetle.
Evet elbette Selda Bağcan, Zülfü Livaneli ve hatta Banu (Kırbağ) da var ama onlar yeterince sol olsalar da yeterince pop değiller, belki hiç olmadılar. Sol pop bence Leman Sam’da (hala, iyi ki) yaşıyor.
Sam çok uzun zamandır “göz önünde” bir yerde sahneye çıkmıyor. O sebeple sanki haber değeri taşımıyor da yaptıkları. Ya gerçekten taşrada ya İstanbul’un “kültürel taşrası” gibi duran uzak (neye göre?) semtlerinde ya da daha çok üniversite öğrencilerinin gittiği bol biralı-sigaralı barlarda, kulüplerde söylüyor.
Sürekli konser verse ve salonları doldursa da, hakkında konuşulmuyor. O yine zarif bir inatla, usul usul söylemeye devam ediyor, bildiği yolda gidiyor. En müsait zamanlarda zemin yoklamamış, en uygun bağlamlarda ortama uymamış bir kadın, bu yaştan sonra ve bugünün koşullarında elbette ondan beklediğimizi, aksini düşünemediğimizi yapıyor sadece.
İnsan merak ediyor. Acaba neden, örneğin nice yeni türedi ismin birbiri ardına sahne aldığı Açıkhava Tiyatrosu’nda hiç yok. Ona (ve benzeri diğerlerine) en çok yakışan Rumeli Hisarı ve Kuruçeşme Arena da zaten tarih oldular (bir ihtimal bizimle birlikte). Bu denklemde, “vitrin” sıfatına en yakın konser mekânı Zorlu’daydı o akşam da. Bana göre bu tarz konserler için gereğinden fazla büyük olan salonda değil, tam ideal küçük-orta boy olandaydı hem de.
Uzun yıllar Leman Sam’ı yalnız şarkı söylerken bulmak meseleydi. Ya Grup Gündoğarken olurdu yanında, ya Özcan Deniz (ne alaka dedirterek), onlar yoksa kendisinin kızları. Ben bu isimlerin hiç birine dayanamadığım için, inat edip gitsem de bir şey anlamaz, ötekiler sussa da Leman Sam söylese diye beklemekten, zevk alamazdım.
İki sene önce Kadıköy’de nedense ısrarla kıymeti bilinmeyen Halk Eğitim Merkezi salonunda, sahne partnerleri ve davetsiz misafirler olmadan doya doya dinleyebildim Leman Sam’ı. Elbette, koşup geçen (hey) yıllar ona ve sesine de bir selam vermişti, ama ne gam...
Leman Sam benim gibilerin tutkun olduğu, üzerine titrediğimiz isimlerden; o yüzden ikililer ve diğer kombinasyonlar kolay kolay bizi tatmin etmese de, onun kariyeri aslında bu saydıklarımdan başka partnerler ve işbirlikleri ile başlamıştı.
Günay, henüz şu anda içinde olduğu arkaik-alaturka-gazino haline bürünmemiş, daha düşük profilli ve “Batı” müziği odaklı saygın bir gece kulübüyken, orada Neco ile de bir “ikili” oluşturup, epeyce popüler olmuştu—gidip izleyebilen şanslı faniler hala anlatır dururlar.
Yine “ikili” olup beraber sahneye çıkmasalar da, bir diğer işbirliğini Zülfü Livaneli ile yapmıştı. Öyle ki, akranlarından hayli geç bir tarihte, 1988’de Göksoy Plak’tan çıkan ilk albümü, Livaneli Şarkıları adını taşıyordu. Garo Mafyan’ın yaptığı düzenlemeler bugün için pek iç açıcı olmasa da, o çok güzel eserleri Sam’ın sesinden olanca samimiyetiyle dinleyebilmek albümü bir klasik yapmaya yeterdi, yetti de. Bugün hala satılan, hala dinlenen bir yapım bu.
Arkasından, 1990’da çıkan albüm, Çağrı, özellikle Fikret Kızılok’un Gönül’ü ve Zeynep Talu’nun yazdığı Hey Yıllar ile öne çıkıp, Leman Sam’ı bir nebze daha bilinir ve tanınır kılmıştı.
Ama esas “patlama” tabi ki 1992’de çıkan Ayak Sesleri ile gerçekleşti. Türkiye (muhtelif anlamlarıyla) hızla liberalleşirken, TRT kontenjanından 1980’ler boyunca herkesin içini baymış demode isimler özel radyolar ve televizyonlar marifetiyle ya haritadan siliniyor ya da kendilerini derleyip-toparlayıp hızlanmak ve “çağa uymak” zorunda kalıyorlardı.
Uzun 1990’lar boyunca sürecek “yeni” merakı ve arayışı, daha önce pek bilinmedik, kenarda kalmış kimi isimleri de, eğer oyunu düzgün kurdularsa, iyice parlatıyor, öne alıyordu. Ayak Sesleri, Leman Sam’a bu kapıyı açmış oldu.
Bugün hala en büyük hitleri olan ve onu özellikle Inter Star televizyonu sayesinde tüm Türkiye’ye tanıtan şarkıları Rüzgar, Kıyamam Sana, Kavak Yelleri ve hepsinden önemlisi Anladım, onu bir anda belki kendisinin bile tedirgin olduğu bir popülerlik skalasına çıkardı.
Cem Uzan’ın Star televizyonu, tekliflerini reddeden Ajda Pekkan’a nispet olsun diye Leman Sam’ı “Türkiye’nin yeni süperstarı” bile ilan etmişti. Hiç bir zaman gaza gelmeyen Leman Sam, “Süperstar olmak için şarkı söylemek yetmez, iyi oyunculuk ve iyi dans da gerekir, bende bunlar yok” mealinde bir şeyler söyleyerek akıllı ve olgun davranmış; Türkçe popun efsaneleşebilecek kavgalarından birinin içinde olmaktan bu şekilde imtina etmişti. Skandal yok; basitlik yok.
Ayak Sesleri ile o güne kadar çalıştığı Garo Mafyan’dan da ayrılmış, en büyük hiti Anladım’ı besteleyen ve düzenleyen Aykut Gürel ile kendine yeni bir müzikal yol çizmişti.
Bu yol onu 1994’te kariyerinin gelmiş geçmiş en pop albümü Eski Fotoğraflar’ı yayınlamaya götürdü. Kimin olduğu ve niye kurulup ne amaca hizmet ettiği belli olmayan bir firmadan (Domi) çıkan bu albüm, çok kısa sürede tükenip piyasadan kaybolarak kültleşti (böyle başka kayıp kasetler-plaklar da vardır).
Bugün hala ne yeni bir baskısı ne dijital ortamlarda satışı var. Aykut Gürel’in müzik yapımcılığında ve yine Gündoğarken ekibinin desteğiyle ortaya çıkan Eski Fotoğraflar, (Adnan Ergil’in) Terk-i Diyar, Aşkımdan Vazgeçme, Her Gün Pazartesi, Deli Balım ve Bilsem Ağlarım gibi unutulmaz şarkılarla, durduğu ya da kaybolduğu yerde değer kazanmaya devam etti hep.
Bu kez dört yıl sonra, 1998’de, Madonna’nın o günün kırıp geçen Frozen klibine göz kırpan videosuyla İlla yayınlandı. Bu albüm, aynı dönemde hazırlanan Hümeyra’nın Beyhude’si gibi, büyük oranda Mehmet Teoman’ın sözlerine ve Vedat Sakman’ın bestelerine emanetti.
Şevval Sam’ın, Yıldırım Türker’in ve İlhan Şeşen’in de katkılarıyla ortaya bugün için bile dört başı mamur bir yapım çıkmıştı. İlla’nın yanında (benim hep en sevdiğim) Deli Kuş, Ayrılığa Dayanamam, Gül Güzeli, Sarılsam Üşür Müsünüz ve Her Neyse gibi şarkılar bir önceki albümdeki (görece) daha genç, daha hevesli, daha heyecanlı sözlere kıyasla, hafif bir kırgınlık, bir tutam vazgeçmişlik ve olgunluk içeriyordu. Sanki, Anladım ile yola çıkan dinleyiciyi büyütüyor, yerlerine yerleştiriyor ve onlarla hasbihal ediyordu.
Bizim Leman Sam şarkıları maceramız bu kadar, buraya kadarmış, beş albümde bitti derken, tam 14 sene sonra yine Vedat Sakman’ın yönetimindeki akustik Nereye Kadar (Kalan Müzik) ile geri döndü. Bu, kariyerindeki altı albümün en can acıtanıydı.
Başkasında olsa (kötü anlamıyla) arabesk kaçacak, ajitasyon yüklü, duygu sömürüsü gibi algılanacak dizeler ve ezgiler, elbette Leman Sam’ın sesinde samimiyet ve iç sızısı olarak tercüme edilip, kolay atlatılamayan bir burukluk olarak muhtelif hayatlar kazanıyordu. Hepsi ama özellikle albüme ismini veren Aytekin Ataş şarkısı, Mehmet Teoman’dan Senden Sonra, Karacaoğlan’dan Var Git Ölüm ve elbette Metris. Böyle böyle paramparça olduk.
Bundan sonra daha sık albüm yapacağım demişti Nereye Kadar’dan sonra katıldığı bir televizyon programında. Öyle olmadı; televizyon da kalmadı zaten. Bence bundan sonra da yeni bir işe kalkışmaz. Yine ne gam!
O çıksın, her zamanki gibi inatçı bir zarafetle, dünya ile derdi olan, aşka dair bir şeyler fısıldayan şarkılarını kendi lisanında, bildiği gibi, usul usul söylesin, biz gidip dinleyelim, eşlik edelim. Kah daldan dala konan yaprak olalım, kah gözlerinin içinde başka alemler gözleyelim; gözlerinde keder varmış diyelim. Bilsek ağlarız, bize de bu yeter. (CÖ/EKN)