Gökyüzüne bakamadım bu sabah. Çaresizlikle geçen bir gecenin, “Yazı yazsam mı?”, “Yazsam ne değişir ki?” soruları ve sonunda o beyaz sayfayı açıp karşısında saatlerce beklemenin ardından sabahın (?) ilk saatlerinde o kâbus anı geldi gözümün önüne. Oysa “ne çok özlemiştik gökyüzüne kansız bakmayı…”
Doğu’da genelde günler bulutlu geçse de gün erken doğar. Gece çabuk veda eder gündüze. Ama bu kez öyle olmadı. Ne yazı yazarken sabahladığım geceler vardı ne de o yazıyı son rötuşlarını yaptıktan sonra yayımlamanın, yani bir söz söylemenin garip mutluluğu.
Sözler bitmiş, hayat durmuş, gelecek hayalleri askıya alınmıştı; karamsar bir ruh hali kısacası. Yaşananların maalesef ki kötü bir kâbus değil, gerçek olduğunu kelimenin tam anlamıyla idrak ettiğiniz an.
Gökyüzüne bakamadım. Mücadelesini verdiğimiz aydınlık ve barış dolu yarınlar hiç gelmeyecek miydi?
Çağan Irmak’ın "Dedemin İnsanları" filminde, çocuk oyuncunun anlattığı bir sahne vardı: “Hakkıyla edilen kavgaları bilirdi. Ama kalleşçe olanlar için silahı yoktu. Nasıl savaşılacağını bilmiyordu. Hep dünyanın zarafet dolu olduğunu düşünmüştü galiba… ”
Böyle sanmıştık dünyayı. Ama Yaşar Kemal’in Demirciler Çarşısı Cinayeti romanında dediği gibi:
“O güzel insanlar, o güzel atlar binip gittiler. Bir daha, bir daha hiç gelmeyecekler. Hiç, hiç, hiç! Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. Şu dünyanın yaşaması müşkül hâliyle. Bin iyiyi, bir kötüye kul eden.”
“Güçlü” veya “yeni Türkiye” meydanlarının güvenliğini sağlamaktan acizdi. Geçenlerde sivil toplum platformu adı altında düzenlenen devlet mitinginin, sermaye gruplarının ve Rize’de bir organize suç liderinin düzenlediği mitinglerin güvenliğini sağlamıştı ama… Başkent’in göbeğinde, bu kez devlet ve sermaye çevrelerinin eski ülkücü Erdoğan yanılısının içinde bulunmadığı sivil inisiyatifin, “Savaşa İnat, Barış Hemen Şimdi” sloganıyla düzenlediği “Barış, Emek ve Demokrasi” mitinginin güvenliğini sağlayamamıştı.
97 (HDP’nin tespitine göre 128) insan ölmüş, pek çoğu ağır onlarca insan yaralanmıştı.
Ortalık bir savaş alanına dönmüştü. Barış ve demokrasi için toplanan insanlar ellerinde pankartlar geldikleri meydanda Ruhi Su’nun
“Bu Pazar, Kanlı Pazar
Dert yazar, derman yazar
Kalkın ayağa kalkın
gidiyor bu çocuklar...
Bu meydan, kanlı meydan…”
türküsüyle halay çekerlerken katledildiler.
Özlemi duyulan gökyüzüne kansız bakabilmekti.
Egemenlerin ne uğruna olursa olsun sürdürdükleri savaşa, “hayır” diyebilmek için oradaydılar.
“400 vekil verin bu iş huzur içinde çözülsün” diyen Erdoğan'ın yarattığı huzursuzluğa ve çözüm sürecinin buzdolabına konulmasıyla PKK ile yeniden başlayan çatışmalara; Güneydoğu sokaklarında çocuğundan gencine, yaşlısına değin yaşanan ölümlere karşın “yaşam”ın sesini yükseltmek için taşın altına ellerini koymak istemişlerdi.
O taş; insanın kanını emen sisteme, savaş baronlarına, çatışmalardan medet umup iktidarını sürdürmek ve pekiştirmek isteyen 13 yıllık hantallaşmış AKP hükümeti ve onun değişmez lideri, başkanlık fikrini hiç ama hiç aklından çıkarmayan Erdoğan’dı.
Ve o taş, en önemli yurttaşlık hakkı olan ve Anayasa’da da “Herkes toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” diye ifadesini bulan demokratik hak kullanarak parçalanmak istenmişti.
Devletin (Başbakan Erdoğan’ın) önce Gezi’de emir vererek insanların ölümü pahasına meydanları boşalttığı sonra Güneydoğu’da girilen savaş hâli dolayısıyla onlarca sivilin yaşamını kaybettiği, sokağa çıkma yasaklarının ilan edildiği, insanların ölüsüne dahi tahammül edilemeyerek akrep araçları arkasına bağlanarak sürüklendiği, çıplak bedenlerinin teşhir edildiği, bölgenin keskin nişancıların ablukasında olduğu bir zamanda. Yani şiddetin, nefretin arttığı ama bununla birlikte kötülüğün sıradanlaştığı; insan ölümlerinin askerdi, polisti veya gerillaydı, Kürt’tü diye kategorize edildiği, vicdanın giderek soğuduğu; insanlık, barış, demokrasi gibi değerlerin hezeyana uğradığı bir dönemde.
Bu ikiyüzlülük niye?
Evet, tüm insanî değerler alt üst oldu; ikiyüzlülük, hayâsızlık her yanı sardı…
Ben hâlâ o meydanların güvenliğini sağlayamayan ve toplumu böyle bir cendereye sürükleyen devlet yetkililerinin açıklamalarındayım.
Daha önce yaşanan (Kanlı Pazar, Kanlı 1 Mayıs, Maraş, Çorum olayları, Madımak katliamı, gazeteci-yazar ve aydın cinayetleri, Roboski, Reyhanlı, Diyarbakır, Suruç katliamları) pek çok katliam gününde olduğu gibi arşivlerden çıkardıkları taziye dileklerini iletiyorlar. Ve o alışılmış ezberi: “Failler en kısa zamanda bulunacak.”
Bu kez de öyle oldu. Hatta Başbakan Davutoğlu, “Suruç ve Diyarbakır’daki bombalı saldırıların failleri yakalansaydı, perde arkası aydınlatılsaydı, Ankara'da 86 kişinin öldüğü bu bombalı saldırı olmazdı” yönündeki eleştirileri “Suruç’taki canlı bomba yakalanarak adalete teslim edildi” diye yanıtladı. Fail canlı bombaydı ve orada ölmüştü. Bu kadar yakından takip etmiş Başbakan olayı.
Erdoğan ise menfur saldırıyı lanetledi.
Size de garip gelmiyor mu meydanlarda, açılışlarda, etkinliklerde ve Gezi eylemleri zamanında olduğu gibi toplumsal tepkilerde insanlara “çapulcu, alkolik” diyerek düşmanca yaklaşan, öldürülen bir çocuğun annesini yuhalatan, insanları dini, mezhebi, milliyeti veya kıyafeti üzerinden ötekileştiren ve öteki ilan ettiklerine karşı “Yüzde elliyi evinde zor tutuyorum” diyen, insanları kutuplaştıran, “paralelci” diyerek suçlayan Erdoğan’ın şimdi üzüntü duyduğunu ifade etmesi. Dahası iktidar medyasının her gün bu kutuplaşmayı artırıcı, nefret söylemini yayarak haberler yapması…
Ankara’da ölenler Erdoğan’ın ve onun nezih (!) medyasının ötekileştirdiği, “terörist” “vatan haini” ilan ettiği insanlar.
Herhâlde “Bu ikiyüzlülüğün kaynağı nedir?” diye sorma hakkımız var.
İnsanoğlunun bu ikiyüzlü hâlini açıklayamadığımız vakit olayların arkasında kim veya kimlerin olduğunu öğrenmemiz mümkün değil. Böyle bir ortamda ne gerçek failler cezasını çeker ne de bu tür olayların bir daha gerçekleşmeyeceğinin ipuçları olur elimizde. Hukukun üstünlüğünden de bahsedemeyiz adaletten de.
Şimdi devletin güvenlik önlemlerini niye alamadığı konuşuluyor hem de “Oluk oluk kan akacak” diyen Turancı-ülkücü kimlikli ve Erdoğan’ı desteklemenin vatanseverlik olduğunu filan söyleyen bir kalpazanın, mafyanın düzenlediği mitingin ardından.
Ankara’daki güvenlik zafiyetindeki sorumluluğu ise hiç kimse üstlenmiyor.
Hatırlayın İzmit Körfezi’nde yapımı süren köprünün taşıyıcı halatının kopmasından kendisini sorumlu tutan Japon mühendisin “onur intihar”ını.
Aman yanlış anlaşılmasın, hiç kimse intihar etsin filan demiyorum ama biraz sorumluluk, biraz iş ahlâkı varsa çekilin o görevinizden, “İstifa etmeyi düşünüyor musunuz?” diye sorulduğunda, güvenlik önlemlerinin alındığını söylemek ve bıyık altından gülmek yerine.
Öyle başka bir ülkede, ABD’de üç Müslüman gencin öldürülmesinin ardından “Ben (Erdoğan), Sayın Obama’ya sesleniyorum, ‘Neredesin Başkan’ diyorum. Dışişleri Bakanına, Biden’e sesleniyorum, ‘Neredesiniz’ diyorum. Biz siyasiler, ülkemizde işlenen cinayetlerden sorumluyuz” demek değil o.
Ama bilin ki istifa etseniz de etmeseniz de, 1 Kasım’da iktidar olsanız da olamasanız da yargılanacaksınız! (SE/HK)
TIKLAYIN - TAYFUN BENOL, BİR GÜZEL İNSAN
* Fotoğraf: Hüsnü Altındiş - Aydın/AA