Ulus-devlet tarihsel bir olgudur. Ulusal egemenlik kavramı ile ulus-devletler olgusu birbirleriyle ve kapitalizmle tarihsel ilişki içindedir. Ulusal egemenliğin doğuşu, ulus-devletlerin tarih sahnesine çıkışı, kapitalizmin üretim tarzı olarak feodaliteyi aştığı tarihsel bir dönemeçte olanak haline gelmiştir.
Toplumsala ilişkin analizlerde ulus-devletin tarihselliği gözardı edilmese bile, ulus-devletin tarih-ötesi bir kavram, oluş ya da gerçeklik olarak apriori (önsel) kullanımları ideolojik nedenlerle çok yaygındır. Bottomore'un belirttiği gibi, "modern dünyanın en önde gelen siyasal birimi ulus-devlettir."(1987:59) Bu olgusal gerçeklik, kavramın tarihselliğine ilişkin algıyı olumsuz yönde etkiler.
Yine Bottomore'un belirttiği gibi,
"bu her zaman böyle olmamıştır. Aşiret toplumları, kent devletleri, eskil (ancient) imparatorluklar, feodal toplumlar, tümü farklı bir takım ilkeler üzerinde kurulmuştur; siyasal tutunumları başka tür bağlarla sürdürülmektedir. Ulus-devletin bu üstün konuma yükselmesi gerçekten çok yenidir; Avrupa'da çok uluslu bir devlet -Habsburg monarşisi- 1881'e kadar başat güç olarak kalırken, diğer Avrupa güçlerinin imparatorlukları, özellikle Britanya ve Fransa, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar, dünyanın geri kalan bir çok bölgesindeki halklara bağımsızlıklarını vermeyi reddetmiştir. Milletler Cemiyeti'ne üye olan ulusların sayısı 1919 ile 1939 arasında hiçbir zaman 54'ü geçmemişken, dünyanın her yanından 151 ulus-devlet bugün Birleşmiş Milletler'in üyesidir."(1987:59)
Yazarınca SSCB'nin dağılmasından, Çekoslovakya'nın gönüllü, Yugoslavya'nın iç savaşla bölünmesinden önce yazıldığı için verilen 151 sayısı artık 189 olmuştur. Ulus-devletlerin, ulusun toplumsal organizasyonu olarak ulusal egemenlik1 ilkesine dayandığı da toplumsala ait analizlerde sıklıkla görülen önsel bir varsayımdır.
Tarihsel materyalizme göre, ulus-devlet bir burjuva siyasal iktidar formudur. Açığa çıktığı tarihsel dönem kapitalizmin feodalite ve burjuvazinin aristokrasi karşısında tarihsel olarak zafer kazandığı ve toplumsal ilişkilerin buna göre örgütlendiği, kısacası kapitalist üretim tarzının başat olduğu dönemdir.
Burjuva siyasal iktidar formu olarak, başka bir deyişle sermaye egemenliğinin biçimi olarak ulus-devletlerin tarihsel kuruluşu, üç biçimde gözlenebilir: İlki, kapitalizmin içsel dinamiklerle geliştiği İngiltere ve Fransa'da (Amerika da özgüllüklerine rağmen bunlara eklenebilir) sınıf mücadeleleri sonucunda gerçekleşen burjuva demokratik devrimlerle açığa çıkan ve sonra tüm Avrupa'ya feodal egemenliğin çözülüşüyle yayılan ulus-devletler. İkincisi, birinci emperyalist paylaşım savaşı sonunda Wilson'un ve Lenin'in iki ayrı biçimde savunduğu "ulusların kendi kaderini tayin ilkesi"nin esinlediği ve Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi henüz inşa edilmiş uluslara bölünmemiş çoklu etnisiteleri içeren formasyonların çözülüşüyle açığa çıkan ulus-devletler. Üçüncüsü, kapitalist Avrupa devletlerinin sömürgelerinde verilen ulusal kurtuluş savaşlarının sonunda açığa çıkan ulus-devletler. Bu üç ayrı biçim, bize, aralarında geçişler olsa da üç ayrı dönemi verir; ilki, 19.yy sonlarına kadar uzanır, ikincisi, iki emperyalist savaş arasındaki dönemi kapsar, ve üçüncüsü ikinci emperyalist paylaşım savaşının (1945) sonrasını anlatır. Bugün dünya, siyasal olarak ulus-devletlere bölünmüştür.
İçinde bulunduğumuz ve yaygın olarak "küreselleşme" diye adlandırılan dönemde, ulus-devletin burjuva siyasal iktidar formu, başka bir deyişle, sermaye egemenliğinin siyasal örgütü olarak ta çözüldüğüne ya da tarihsel bir çözülme sürecine girdiğine ilişkin görüşler ileri sürülmektedir. Burada genel olarak sermaye egemenliği ve onun tarihsel biçimleri karşısında eleştirel (sermaye egemenliğini eleştirme ve siyasal olarak da onu aşma niyeti taşıma anlamında eleştirel) tutum takınan, emperyalizmin aşıldığını ve günümüzde İmparatorluk adını verdikleri postmodern bir küresel egemenlik sistemi kurulduğunu ileri süren Michael Hardt ve Antonio Negri'de temsil edilen kuramın tezleriyle eleştirel bir diyalog kurmaya çalışacağız. Antonio Negri ve Michael Hardt (bundan sonra yazarlar diye anacağız), birlikte yazdıkları İmparatorluk adlı yapıtlarında, bir çağ dönümünde olduğumuzu ileri sürüyorlar; artık emperyalizm aşılmış, emperyal iktidar ve emperyal hak nosyonlarına dayanan İmparatorluk kurulmuştur.
Emperyalizmin aşıldığı ve İmparatorluğun kurulduğu bir çağ dönümü analizine dayanan tezin temel önermelerinden biri, bu çağ dönümünün temel bir göstergesi olarak ulusal devletlerin ve modern egemenliğin çözülüşüne işaret eder. Yazarlara göre, artık küresel bir meşru iktidar kurulmaktadır ve emperyal egemenlik modern (ulusal) egemenlik hilafına gelişmektedir.
Yazarların tüm devrimci iddia ve iyi niyetlerini göz ardı etmesek bile, gerek İmparatorluk analizlerinin gerekse de modern egemenlikten emperyal egemenliğe geçildiği iddiası içeren özgül siyasi tezlerinin gerçeklik karşısındaki gücünü sınamak, günümüzde emperyalist metropollerde bir tür aşırı solcu reformizm, bağımlı kapitalizmlerde sol liberalizm olarak açığa çıkan siyasal eğilimlerle hesaplaşmak bakımından da özel bir anlam taşımaktadır.
Burada öncelikle yazarlara biraz fazla söz vererek, kuramlarının gerçek içeriği hakkında genel bir fikir oluşturmaya, devamla İmparatorluk analizi ile değişen dünyayı anlamanın devrimci siyasal sonuçlar doğuracak bir yoruma izin vermediğini göstermeye çalışacağız.
1. İmparatorluk Analizinde Modern Egemenlik
1.1. Bazı Yöntemsel Sorunlar
Hardt ve Negri'nin yapıtında ileri sürülen tezlerin anlaşılabilmesi için öncelikle yöntemlerinin ne olduğunun belirtikleştirilmesi gerekir. Yazarlar, materyalist ve komünist olduklarını ileri sürmelerine rağmen bir dizi neden bu iddiayı şüpheli kılar. Bu nedenlerden en belirgini, Negri ve Hardt'ın yöntemidir. Kendi tarifleriyle bu yöntem, bir eleştirel bir de kurucu iki temel eksene dayanır. Eleştirel eksen, yapısöküm, kurucu eksen ise, aslında bir yöntem değil, bizzat İmparatorluk karşıtı kuruculuğu gerçekleştirebilecek yeni öznenin oluşturabilmesi için gerekli sistem analizidir. Yazarlar bunu şöyle tanımlıyor:
Bunlardan biri, hegemonik dili ve toplumsal yapıları yerinden etmeyi ve bunu yaparak çokluğun yaratıcı ve üretken pratiklerinde yatan alternatif bir ontolojik temeli açığa çıkarmayı hedefleyen eleştirel ve yapısökümcü yaklaşımdır; ikincisi, öznellik üretim süreçlerini etkili bir toplumsal ve politik alternatif, bir yeni kurucu iktidar oluşturma yönünde geliştirmeye çalışan kurucu ve etik-politik yaklaşımdır. (2001:72)
Yazarlar, epistemolojik olarak açık uçlu bir öneri getirmektedir. Bu yüzden, konumlarını materyalist teleoloji olarak betimlemektedirler. Materyalist teleolojinin temel ilkesini de buradan çıkarabiliyoruz, teorinin açıklayamaz olduğu her eşikte kurucu olan devrimci eylemdir. Keza, Zizek tarafından konulan adıyla "21.yy'ın Komünist Manifestosu"nun, Komünist Manifesto'dan olduğu kadar Machiavelli'nin eserinden esinlenmesi gereği başka nasıl açıklanabilecektir?2 Burada, en azından Balibar'a (2000) gönderme yapıp, Marx'ın felsefesinin de benzer bir açık uçluluk içerdiği ileri sürülebilir. Açık ki bu Marx'ı yeniden kurmaya yönelik bir aşırı yorum olur. Feuerbach Üzerine Tezler'in bize söylediği, epistemolojik sınanabilirlik kriterinin eylemin (insan etkinliğinin) kendisi olduğudur, daha fazlası değil (Mısır, 2001).
Yazarlar kendi kuramlarını, esas olarak post-yapısalcı gelenek içinde kalarak geliştirirler. Yöntemsel olarak post-yapısalcı geleneğe ekledikleri tek şey de yukarıda kısmen açıkladığımız, bilgi sürecinin açık uçluluğunu gösteren materyalist teleolojidir. Burada tarihsel materyalizm karşısında neden bir teleolojik materyalizme ihtiyaç duyulduğu sorusu sorulabilir. Cevabı da kendi içindedir sorunun post-yapısalcı gelenek epistemolojik olarak dünyayı değiştirmeye yönelen bir bilginin, bilimsel ve devrimci bir pratiğin yeşermesine olanak vermez; eğer bu olanakta ısrar etmek niyetinde iseniz, ki, yazarlar en azından söylem düzeyine bu ısrara sahiptir, tek çıkış, gerçeği, eyleme havale etmek olmaktadır.
Yazarların yapıbozumu yöntemlerinin eleştirel ekseni olarak nitelemeleri tesadüfi değildir. Yazarların iddiasının aksine yapıbozumun eleştirel bir yöntem olarak işlev gördüğü, bütün bir sosyal bilim ve siyaset pratiği içerisinde ileri sürülemez. Aksine, Berman'ın da açıklıkla vurguladığı gibi, yapıbozum bütün iyi niyetli girişimlere rağmen açıkça işçi sınıfı karşıtı ve hatta ırkçıdır3.
Yapıbozum yazarların eserinde özellikle modernlik kavramının yeniden inşasında belirir. Yazarlar, modernlik kavramını çağ dönümünün anlaşılması için önsel olarak kabul ederler ve içinde yaşadığımız çağa yönelik postmodern nitelemesini kabul ederek, bu çağdaki egemenlik biçimini analiz ettiklerini ileri sürerler. Modernlik kavramının bu şekilde kullanımı da hiç masum değildir, zira, kavramın kullanım tarzında kapitalizm bir üretim tarzı olarak karşı olunması gereken bütünlük olarak değil, genel olarak bütün postmodern yazında olduğu gibi, karşı olunması gereken modernliğin (negatif modernliğin, modern egemenliğin) esaslı bir veçhesi, görünüşü, ya da en iyi ihtimalle parçası olarak betimlenmiş olmaktadır (Hardt ve Negri, 2001:108) . Yazarların yapıtlarının büyük bölümünü, üretimdeki geçişlere (yani üretim süreçlerinin analizine) ayırmış olmaları bu gerçeği değiştirmemekte aksine, modernlikle birlikte kapitalizmin aşıldığına dair teze dayanaklık etmektedir.
Yazarlar, ekonomi-politik çıkarsamalardan daha çok, sosyal bilimlerde iyice yaygınlaşan bir disiplinler arası kurmaca ile, yaşadığımız dünyaya bir anlam vermeye çalışmaktadırlar. Kullandıkları kavramlardan, "piyasa", "emperyalizm", "teknolojik devrim", "sınıf mücadeleleri", "komünizm" gibi kavramlar; İmparatorluk'taki analiz düzeni içinde, "İmparatorluk", "biyopolitik", "biyopolitik üretim", "biyoiktidar", "çokluk", "emperyal hak" gibi yeni kavramlar lehine içeriklerinden soyutlanmakta ve yok olmaktadır.
Finansal sermayenin mevcut hareketindeki belirsizlikler yanısıra, bilgisayarların hayatımıza bu denli girmesi, Lyotard'daki (1990) "bilgisayarlaştırılmış toplum" örneğinde olduğu gibi; iletişimin çok çeşitli kanallardan ve çok hızlı yayılması, Bauddrillard'daki "sessiz yığınlar", "simülasyon", "artık bir mesaj göndermeyen ve almayan kitleler" (1992) kavramlarında olduğu gibi, yazarların dünyaya şaşkınlıkla bakmasını doğurmaktadır. Yazarlar bu şaşkınlıktan tutarlı bir sistem kurmaya evrildiklerinde ise, tumturaklı anti-kapitalist tutumlarının arkasından teorik bir teslimiyet belli belirsiz görünüyor.
Yazarların, biyopolitik kavramına, İmparatorluk analizinde temel bir açıklayıcılık atfetmeleri de yöntemsel bir soruna işaret eder. Bu kavram, kabaca, İmparatorluk düzeninde, denetim süreçlerinin içselleşmesini (Foucault'tan devralınarak), üretimin enformatikleşmesini, iletişimin artık bir üretim alanı olduğunu ve nihayet, maddi olmayan emeğin başat olarak açığa çıkışını kapsamaktadır. Yazarlara göre, genel zekanın açığa çıkışıyla emek gücünde radikal değişiklikler olmuştur. Emek gücünün radikal dönüşümü ve bilim, iletişim ve dilin üretici güce katılması bütün bir emek fenomenolojisini ve üretimin bütün bir dünya ufkunu yeniden tanımlamaktadır(2001:370).
İmparatorluğa geçiş tezinin önemli bir ayağını yazarlardaki biyopolitik kavramında cisimleşen üretimdeki geçişlere ilişkin analizler oluşturur: Yazarlar, bu bağlamdaki dönüşümü, postmodernleşme ya da üretimin enformatikleşmesi olarak adlandırmaktadırlar (2001:293). Yazarlara göre, modernleşme ve endüstrileşme süreçleri, toplumsal alanın tüm unsurlarını dönüşüme uğratmış ve yeniden tanımlamıştır. Bu bir önceki dönemin karakteristiğidir: Toplumun kendisi yavaş yavaş insan ilişkilerini ve insan doğasını bile (disiplinci yönetim ve biyo-iktidar) kadar endüstrileştirdi; toplum,bir fabrika haline geldi. Bugün yaşanansa postmodernleşme ve enformatikleşmedir. Bir önceki dönem, emeğin tarımdan emdüstriye göçüyle tanımlanırken, bu dönem, emeğin endüstriden hizmet sektörüne göçüyle tanımlanmaktadır. Burada hizmet sektörü geniş bir anlamda kullanılmakta; bilgi üretiminin tüm düzeylerinden finansal hizmetlere, oradan klasik hizmetler sektörüne geniş bir alanı kapsamaktadır. Yazarların enformatikleşmeden anladığı, aslında, bütün bir post-endüstriyalist yazından beslenir; bir bilgi toplumunda yaşadığımızı ileri sürmezlerse de, bilginin temel üretim etkinliği olduğu bir toplumda yaşadığımızı ileri sürerler. Buna göre, endüstriyel üretim, nasıl ortaya çıktığında tarımsal üretimi de endüstriyelleştirmiştir, enformatikleşme de endüstriyel üretimin kendisini de enformatikleştirmektedir; klasik örnekleri, Detroit'teki Ford fabrikası Brezilya'ya taşındığında Brezilya'da kurulan fabrikanın artık Detroit'teki fabrika olmadığı, bilgisayarlaştırılmış üretime dayanan enformatikleşmiş üretim ağının bir parçası olduğudur(2001:297 vd.).
Fakat yazarlar bununla yetinmezler ve emeğin de artık maddi olmayan emek haline dönüştüğünü ileri sürerler. Bunun anlaşılması için önerdikleri kategori genel zekadır. Hizmet üretimi ortaya sonuçta maddi ve kalıcı bir mal çıkarmadığından, bu üretimle ilgili emeği maddi olmayan emek olarak adlandırırlar, yani bir hizmet, bir kültürel ürün, bilgi ya da iletişim gibi maddi olmayan mallar üreten emek(2001:303). Burada önemli olan artık emeğin de yersizleşmiş olmasıdır. Bundan anlaşılması gereken artık emek hiyerarşilerinin modernleşmede olduğu gibi üretilemeyeceği, emeğin soyut emek ya da genel zeka haline dönüşümüdür. Bu oldukça soyut bir açıklamadır ve bunun maddi gerçeklikle olan ilgisinin kurulması güçtür. Nitekim yazarlar da bu güçlüğü yaşar. Bu emeğin sosyolojisini yaparken, bilgi üreten emek yanında duygulanımsal emek diye bir kategori önerirler. Bununla kast ettikleri eğlence sektörü gibi sektörlerde istihdam edilen emektir, bu emeğin ürettiği toplumsal ağlar, cemaat biçimleri, biyo-güçtür. Sonuçta, maddi olmayan emeğin üç türünün olduğunu önerirler, ilki, yetkin bilgi kullanan ve bilgi üreten emek, ikincisi bu ilkine veri girişi gibi yan hizmetler sunan emek, üçüncüsü ise, duygulanımsal emektir(2001:302 vd.).
İletişimin, dilin ve enformasyonun üretim ağının temeli olmasıyla açıklanan bu yeni emek süreci kavramsallaştırması, emeği sermaye ile olan ilişkileri düzeyinde açıklamaktan kaçındığı için analitik değildir, betimleyicidir. Sermaye - emek ilişkilerine değindikleri yerlerde bu yeni kavramsallaştırma yazarlar tarafından, emek-değer teorisinin reddi için kullanılmaktadır. Buna göre, maddi olmayan emek değerin üreticisidir ama artık onun değer üretebilmesi için sermaye ile tahakküm ilişkisine girmesi gerekmez. Yazarlar bunu bu açıklıkla yazmazlar ama açıkça ima ederler. Bu emeğin yaratıcı dönüşümün temelini oluşturma gücü de bu bağımsızlıktan türetilmektir çünkü. Nihayetinde yazarların vardıkları nokta, özel mülkiyet üzerine şu yargıdır ki, gerçekten ütopiktir:
Bir mal ya da hizmeti ayrıcalıklı kullanma hakkı ve servet üzerinde ona sahip olmaktan gelen her türlü tasarruf hakkı olarak anlaşılan özel mülkiyet kavramının kendisi bile yeni durumda giderek anlamını yitiriyor. Bu çerçevede ayrıksı olarak mülk edinebilen ve kullanılabilen mal ve hizmet giderek azalıyor; üreten ve üretirken yeniden üretilen ve yeniden tanımlanan, komünalliktir. Dolayısıyla, klasik modern özel mülkiyet kavramının temeli belli bir oranda postmodern üretim tarzı ile birlikte dağılmıştır. (2001:314)
Bütün bu yöntemsel karmaşayı kısaca betimledikten sonra, yaşadığımız dünyaya bir anlam verme çabası ve onu değiştirme iddiasının yazarlardaki teorik sonuçlarına, tartıştığımız sorun (devletler ve egemenlik) bağlamında geçebiliriz.
1.2.Emperyalizmden İmparatorluğa Geçiş
Yazarların teori evreni, modernlik paradigması üzerine kuruludur. Yazarlara göre, dünya sistemi analizcilerinin kapitalizmin doğuşu olarak gördükleri dönem4 modernliğin oluştuğu dönemdir. Buna göre, Avrupa moderliğinin kuruluşunda üç uğrak vardır:
Birincisi, içkinlik (immanent)5 alanının devrimci keşfi; ikincisi, bu içkin güçlere karşı tepki ve otorite biçiminde kriz; ve üçüncüsü, modern devletin içkin güçler alanını aşan ve dolayımlayan bir egemenlik mekanı olarak oluşumuyla bu krizin geçici ve kısmi olarak çözümü. Bu ilerleme sürecinde Avrupa modernliği giderek egemenlik ilkesinden ayrılamaz hale gelmiştir. (2001:94)
Sorunun daha açık konuluşu yazarlarda yoktur. Birinci uğrağı yazarlar, "herşey devrimle başladı" diye analiz ederler, Avrupa'da 1200 ve 1600 yılları arasındaki dönemde, ancak tüccarlar ve orduların kat edebileceği ve ancak yazılı basının çok sonra birleştirebileceği geniş bir alanda olağanüstü bir şey oldu. İnsanlar kendi hayatlarının efendileri, kentlerin ve tarihin yapıcıları ve göklerin kaşifleri olduklarını ilan ettiler. Avrupa modernliğinin bu doğuşuyla, insanlık dünyadaki gücünü keşfetti ve kendine biçtiği bu değeri akıl ve aklın potansiyeline ilişkin yeni bir bilinçle bütünleştirdi. Avrupa modernliğinde devrimci olan yan, daha önce ayrıksı olarak ilahi güçlere atfedilen yaratma gücünün artık yeryüzüne indirilmesiydi (2001: 95-97). Büyük devrimle çokluk serbest kalır. Çokluk kavramı, yazarların önsözlerinde belirttikleri gibi, tüm yapıt boyunca poetik kalan bir kavramdır, yani bununla neyin ifade edildiği bilimsel bir berraklığa ulaşmaz, ama, insanlığın genel yaratıcı potansiyelini açığa çıkaran eylem gücü, ya da halk olmayan, ulus olmayan gibi bir dizi açıklamadan söz edilebilir. Burada önemli olan çokluğun olumlu (pozitif) bir anlam içeren insan topluluğu ve eylemini ifade ediyor olmasıdır.
İkinci uğrağı yazarlar kriz olarak betimlerler. Ancak bu krizin sarih bir açıklamasını vermek güçtür. İnsanlığın serbest kalan güçlerine mevcut düzen pranga vurmak istemiş ve böylece kriz doğmuştur. Yazarlar, Aydınlanma düşüncesini, burjuva ideolojisi nitelerlerken haklıdırlar ama haksız bir şekilde Aydınlanma düşüncesinin insan tekini özerkleştirmesini (yani yeryüzü ile gökyüzünü birbirinden ayırmasını) görmezden gelir, bir önceki paragrafta ifade etmiş olduğumuz üzere, bunun içinde Rönesans'ın da olduğu modernliğin açılış döneminde zaten gerçekleşmiş olduğunu ileri sürerler. Aydınlanma düşüncesi, krizin aşılmasında işlev görmüştür: "Politikadaki resmileşme, bilim ve tekniğin kâr aracı haline getirilmesi, toplumsal uzlaşmazlıkların edilgenleştirilmesi" gibi yollarla (2000: 103).
Devamla üçüncü uğrağa ulaşırız; krizin çözümü, ama krizin kriz olarak çözümü: ulus-devletler ve modern egemenlik. Buradan devam etmekle birlikte, yazarların modernliği iki yüzlü olarak değerlendirdiğinin anlaşılmış olması gereğine vurgu yapalım. Başka bir deyişle, modernlik, çokluğun yaratıcı ve özgürleştirici girişimi ya da eylemi olarak bir normatif anlamda olumlu yönde bir de çokluğun disiplin altına alınması, özgürleşmenin durdurulması ya da yönetsellik altına alınması anlamında olumsuz yönde, iki ayrı çizgi olarak gelişmiştir ya da varolmuştur.
Yazarlar, modernliğin krizine verilen ilk tepki olarak modern egemenlik teorisinin Bodin, Hobbes, Locke ve Rousseau'da temel olarak aynı eksende kurulduğunu ileri sürerler. Buna göre, meşruiyet temeli ne olursa olsun modern egemenlik aşkınlık ve temsil ilkeleri ile tanımlanabilir. Bu çerçevede Hegel'in yaptığı, bu anlayışı sonuçlarına götürmek olarak nitelenir(2001:108).
Yazarlara göre, modern egemenliği anlayabilmek için onun bir sermaye egemenliği olduğu da göz ardı edilmemelidir. Modern Avrupa egemenliği kapitalist egemenliktir; sermayenin gelişmesinin bir işlevi olarak bireysellikle evrensellik arasındaki ilişkiyi üst belirleyen bir yönetim biçimidir. Egemenlik ile sermayenin sentezi tam olarak başarıya ulaştığında ve iktidarın aşkınlığı otoritenin aşkın bir uygulamasına dönüştüğünde, egemenlik bütün bir toplumu yöneten politik makine haline gelir(2001:109). Politik makinenin (devlet) açığa çıkışıyla birlikte, yönetsellik de açığa çıkacak, yani denetim toplumu kurulacaktır. İnsanlığın özgürleşme dinamiği olarak çokluk, bu makine yoluyla denetim altına alınır. Bu makine sınırları içindeki insanları ulus ya da halk olarak bütünleştirir ve çokluğun devrimci potansiyelini öldürür. Bütün dışsal politik iktidarlara karşı bir politik iktidar, bütün öteki devletlere karşı bir devlet olmasına ek olarak, egemenlik aynı zamanda bir polis gücüdür de(2001:109).
Yazarlar ulusal egemenliği modern egemenliğin bir biçimi, ama daha tahakkümcü bir biçimi olarak nitelerler. Fakat bunu anlamak için tekrar aşkınlık, yönetsellik ve çokluk kavramlarına dönmemiz gerekiyor. Egemenliğin aşkın olması, burada, yazarlar bir tanımını vermemiş olsalar da açık ki, kendinden başkasından meşruiyet almamasını ifade eder. Yazarlara göre, Hobbes ve Rousseau'nun bunu temellendirme çabaları farklıdır ama egemenliğin aşkın algısında bir farklılık yoktur; bu yüzden egemenliği, daha doğrusu devleti dışsal (aile ve sivil topluma dışsal) bir zorunluluk ve içkin bir amaç (hak çerçevesi) olarak değerlendiren Hegel, bu aşkın egemenliğin felsefi kuruluşundan öte bir şey yapmamıştır (2001:106 vd.).
Yönetsellik, yazarlarca, eserlerinde (Deleuze - Guattari ile birlikte) hareket noktalarından biri saydıkları Foucault'ya dayanarak tanımlanır. Buna göre, egemenlik, toplumsal alan üzerindeki tek komuta noktasının aşkınlığı anlamına, yönetsellik ise tüm toplumda işleyen genel disiplin ekonomisi anlamına gelir. Yazarlara göre, modernlik, hakimiyetin geleneksel aşkınlığı (iktidarın Tanrısal meşruiyeti) yerine düzenleyici işlevin aşkınlığını (genel irade) geçirmektedir. Yazarlar Foucault'yu izleyerek bir adım daha ileri gider ve modern egemenliğin gerçekleşmesinin biyo-iktidarın doğuşu olduğunu ileri sürerler. Yönetim tarafından uygulamaya konan disiplinci süreçler toplum içinde (kurumlar aracılığıyla) o kadar derine işler ki, nüfusun üremesinin kolektif biyolojik boyutunu hesaba katan aygıtları ortaya çıkarırlar.
Ulusal egemenlik, ulusun inşası ile modern egemenliğin aşkınlığının yeniden düzenlenmesinden ibarettir. Modern ulus kavramı, gerçekte, monarşik devletin (mutlakiyetçi krallığın) patrimonyal bedenini miras almış ve onu başka bir biçimde yeniden icat etmiştir. Patrimonyal ufkun yerini ulusal ufuk aldıkça, tebaanın (subjectus) feodal düzeni yurttaşın (cives) disiplinci düzenine teslim olmuş ve nihayetinde, ulusal egemenlik, modernliğin çatışmalı köklerini (yani olumlu ve olumsuz iki yüzünü tamamen tahrip etmemişse şayet) askıya alarak ve güçlerini devlet otoritesine teslim etmeye yanaşmayan modernlik içindeki alternatif yolları tıkamıştır(2001:115-117). Yazarlar, Luxemburg'a atfettikleri şu teze de katılırlar: "Ulus diktatörlük demektir ve bu yüzden hiçbir demokratik örgütlenme çabasıyla bağdaşmaz." (2001:118) Yazarlar, Fransız Devrimi özelinde yürüttükleri tartışmadan da şu sonucu çıkarırlar:
Gelgelelim bu ulusal ve halkçı egemenlik nosyonunda devrimci ve özgürlükçü olarak görünen şey gerçekte vidanın biraz daha sıkılmasından, modern egemenlik kavramının ta başından beri yanından ayırmadığı boyun eğdirme ve tahakkümün biraz daha yayılmasından başka bir şey değildi.(2001:123)
Yazarlar, devamla, halk kavramını tartışır ve ulusun temeli olarak gösterilenin (halk) gerçekte, ulus-devlet tarafından inşa edildiğini ileri sürerler: "Modern halk kavramı ulus devletin bir ürünüdür ve ancak onun özgün ideolojik bağlamında varlığını sürdürür."(2001:123). Burada, halkın çokluk demek olmadığını, aksine çokluğun yok edilmesi demek olduğunun altını çizmek gerekmektedir:
Çokluk, çeşitliliktir, bir tekillikler alanı, açık bir ilişkiler takımıdır ki, ne homojen ne de kendisiyle özdeştir, kendi dışındakilere ayrımsız, kapsayıcı bir ilişkiye girer. Buna karşın halk kendi içinde özdeşliğe ve homojenliğe yönelirken, farklılığını çizer ve kendi dışında kalanları iter. Çokluk sonu olmayan bir kurucu ilişkiyken, halk egemenlik için hazırlanmış kurulu bir sentezdir. Halk, çokluğun çeşitli iradeleri ve eylemlerinden bağımsız ve sıklıkla onlarla çatışma halinde olan tek bir irade ve eylem ortaya koyar. Her ulus çokluğu bir halk haline getirmek zorundadır.(2001:124)
Açık ki, bu inşa, ancak bir ırk, grup ya da sınıf tarafından gerçekleştirilen temsili işlevle, bütün bir nüfus içindeki farklılıkların silinmesi yoluyla olur.
Yazarlara göre, modern egemenliğin dünyası, ikili karşıtlıklara (Derrida) bölünmüş bir dünyadır: Ben ve öteki, beyaz ve siyah, içerisi ve dışarısı, yöneten ve yönetilen. Daha önce de belirttiğimiz gibi, yazarlar modernliği tek tip ve homojen olarak ele almazlar; en azından iki ayrı ve çatışan gelenek tarafından kurulmuş bir şey olarak niteler ve birinci geleneğin öncüsü, Duns Scotus'tan Spinoza'ya, içkinliğin yerinin keşfi ve tekillikle farklılığın kutlanması ile birlikte, Rönesans hümanizminin devrimi olmuştur. İkinci gelenek, yani Rönesans devriminin Thermidor'u, ikiliklerin kurulması ve dolayımı yoluyla birincinin ütopyacı kuvvetlerini denetim altına almayı gözetmiş ve sonunda geçici bir çözüm (kriz olarak çözüm) olarak modern egemenlik kavramına varmıştır(2001:158-159).
Modern egemenliğe ilişkin bu genel çerçeveden sonra emperyal egemenliğin açığa çıkışını inceleyebiliriz. Ama bunu yapmadan önce, modern ve postmodern (emperyal) egemenlik kavramları arasındaki farkı şöyle şematize edebiliriz:
Modern Egemenlik Emperyal Egemenlik
Uzam Yer (sınırlar) Yok-yer (tüm dünya)
İnsan Unsuru Halk Çokluk
Görüngü Kriz (ontoloji) Çürüme(de-ontoloji)
Varoluşu Aşkın (transcendental) İçkin (immanent)
Denetim Biçimi Disiplin Kontrol
İçsel Çelişkinin
Görünüşü Diyalektik Muhalefet Melezlik İdaresi
Algı / Düşünüş /
İdeoloji Modern(lik) Postmodern(lik)
Yönetim Tekli Çoklu
Başat Emek Gücü Maddi / Endüstri Maddi Olmayan/ Hizmet
Üretim Sınai (Endüstriyel) Enformatik
Kolonyalizmin sonu ile birlikte ulus güçlerinin gerilemesi, modernliğe ilişkin postmodern ufuklar ve hatta köktenci (fundamentalist) hareketlerin yaygınlaşması yazarlara göre İmparatorluğa geçişin belirtileridir (2001:157,161,165). Yazarlar ulus-devletin oluşumuna ilişkin analizlerini sömürgecilik pratikleri içinde izlerler, ulusal kurtuluş hareketlerinin sadece ve sadece kendini ulus-devlet olarak kurana kadar, başka bir deyişle kendini ulus-devlet olarak örgütlediğinde son bulan ilerici, özgürleşmeci işlevinden söz ederek, kolonyalizmin sonunu İmparatorluğa geçişin ilk belirtisi sayarlar. Buna göre, Avrupa hümanizmi açıkça ırkçı ve totaliterdi, ancak sömürgecilik bunu gözler önüne serdi ve çokluk bir kez daha, insanlığın bir ve birçok olduğunu keşfetti. Yazarlar edebi bir sunum içinde, özellikle sömürgeciliğe karşı mücadeleyi ve ulus-devletleşerek sönümlenmeyi izlerler: "Ulusal egemenlik yabancı tahakkümünden özgürlük ve halkların kendi kaderini tayin hakkı anlamına gelir ve böylelikle kolanyalizmin kesin bir yenilgisine de işaret eder."(2001:151).
Yazarlar, postmodernizmin analizlerinden esinlenirler ancak postmodernist filozofların artık aşılmış olan modernliğe yönelik eleştirilerine, artık modernlik aşılmış olduğundan bu eleştiri sadece ve sadece emperyal iktidarın işleyişini meşrulaştırmaya yaradığı için karşıdırlar. Özellikle, postmodernist farklılık politikası, emperyal iktidar artık ikili karşıtlıklar içinde işlemediğinden (diyalektik muhalefet yerine melezlerin idaresi) emperyal yönetimin işlevleri ve pratikleri karşısında işlevsiz kaldığı gibi, onunla örtüşmekte ve destek olmaktadır(2001:161). Yazarlar yine de postmodernizmi modernlik algımızı geliştirdiği için ellerinin tersiyle itmez, postmodernizmin modernlik kavramsallaştırmasının içeriğine başvururlar. Yazarlara göre, İmparatorluğa geçişin belirtisi olan postmodernizm, küresel sermayenin işleyiş mantığı, dünya piyasası ideolojisidir.
İmparatorluğa geçişin anlaşılabilmesi bakımından Amerika Birleşik Devletleri (ABD) tarihinin de incelenmesi gerekir; çünkü yazarlara göre ABD, emperyal bir ilkeyle kurulmuştur. Yazarlar bunu olumlar: ABD kuruluş projesi, modern egemenlik geleneği içinde nadide bir çiçek gibi açmıştır (2001:177). Politik iktidarı aşkın bir aleme havale eden ve böylelikle iktidarın kaynaklarını halktan uzaklaştıran ve halka yabancılaştıran modern Avrupa'nın egemenlik kavramlarına karşılık, burada (ABD'de) egemenlik kavramı tamamen toplumun içindeki bir iktidara gönderme yapar. Politika topluma karşı bir şey değildir, tersine toplumu bütünler ve tamamlar.
ABD egemenlik kavramının ilk özelliği, iktidarın içkinliği fikrini ortaya atmasıdır.
İkinci özelliği, sonluluğudur. Bundan anlaşılması gereken, egemenliğin içkinlik düzlemindeki kuruluş sürecinde bizatihi çokluğun çatışmalı ve çoğulcu doğasından kaynaklanan egemenliğin iç sınırının üretimidir. Yazarların karışık sözcüklerle ifade ettikleri ve bizim de tekrarladığımız şey, gerçekte, ABD federalizmidir. Üçüncü özelliği ise, sınırları belirsiz bir alanda yürütülen açık yayılmacı bir projeye duyduğu yatkınlıktır. Yazarların bununla anlattığı şey de, aksini iddia etmelerine rağmen, ABD'nin kurulurken bugün mevcut toprak sınırlarının tümünü henüz yerli halklardan temizleyememiş olmasının yarattığı fetihçiliktir(2001:181-182).
Yazarlar açıkça bunu demokratik bir cumhuriyetçilik olarak niteler ve olumlarlar: "Demokratik cumhuriyetin yayılma eğilimi aşkın egemenliklerin yayılmacılığından ya da asıl konumuz olduğundan modern ulus-devletlerin yayılmacılığından açıkça" (2001:183) ayrılabilir. İmparatorluk, ancak evrensel bir cumhuriyet, sınırsız ve içleyici bir yapı içinde bir iktidarlar ve karşı-iktidarlar ağı olarak anlaşılabilir. Bu emperyal yayılmanın ne emperyalizmle ne de fetih, talan, soykırım, koloni kurma ve kölelik amaçlı devlet örgütleriyle bir ilgisi vardır. Modern egemenlik özellikle sınır temelinde kurulmuştur, ama emperyal iktidar, yayılmada düzeninin her zaman yenilenen ve her zaman yeniden yaratılan mantığını bulur.
ABD örneği ile yapılan bu analizi yazarlar, ABD yayılmasının sınırları ile bitirir ve bundan sonra ABD ulus-devletinin ve ABD emperyalizminin açığa çıktığını ileri sürerler. Ancak ABD Anayasasında emperyal iktidar perspektifi hala mevcuttur ve artık (postmodern dönemde) ABD, Körfez Savaşı örneğinde olduğu gibi, kendi ulusal saiklerinden hareketle değil; küresel hak adına, uluslararası adaleti sağlayabilecek tek güç olarak tarih sahnesine çıkmaktadır(2001: 195). Çağdaş İmparatorluk fikri ABD'nin içerideki kuruluş projesinin küresel çapta yayılması ile ortaya çıkmıştır.
Emperyal bir iktidarın kurulabilmesi için, içerisi ile dışarısı arasındaki ayrımın ortadan kalkması gerekir; nitekim, modernden postmoderne ve emperyalizmden İmparatorluğa geçişte, içerisiyle dışarısı arasındaki ayrım giderek silinir. Kamusal mekanlar öylesine özelleşmiştir ki, artık toplumsal örgütlenmeyi özel ve kamusal mekanlar, içerisi ve dışarısı arasındaki bir diyalektiğe göre anlamak mümkün değildir. Modern liberal politikanın mekanı kalmamıştır, bu açıdan bakıldığında, yazarlara göre, postmodern ve emperyal toplumumuz bir politik alanın yokluğuyla tanımlanır. Aslında, politikanın aktüel mekanı silinmiştir(2001:203). Modernliğin krizi, emperyal dünyanın hep-krizine yol açmıştır. İmparatorluğun bu pürüzsüz uzamında, hiçbir iktidar mekanı yoktur; iktidar her yerde ve hiçbir yerdedir. İmparatorluk bir ou-topia, daha doğrusu bir yok-yerdir(2001:205).
Emperyal iktidar, içleyici, farklılık üretici ve idari yollarla çalışır. Başka bir deyişle, içine alır, farklılaştırır, farklılığı tanıyarak yönetir(2001:214). Bu, emperyal egemenliği, modern egemenlikten farklı olarak krizin değil çürümenin karakterize ettiğini gösterir. Emperyal egemenliğin çürümeyle tanımlandığını söylemek bir yandan İmparatorluğun saf değil melez olduğu, öte yandan da, emperyal yönetimin parçalanmayla işlediği anlamına gelir. Modern egemenliğinin krizi gelip geçici ya da istisnai değil (tıpkı 1929'da borsanın çöküşüne kriz denmesi gibi) modernliğin kuralıydı, yani ontolojikti. Emperyal iktidar her türlü belirlenimli ontolojik ilişkinin kopuşu üzerine kurulu olduğundan, onun karakteristiği olan çürüme, de-ontolojiktir, ya da daha doğrusu emperyal iktidarın ontolojik boşluğu yüzünden çürüme karakteristik haline gelir (2001:215).
Bu genel özellikleri içinde, İmparatorluğun üretim temelli analizine geçildiğinde yazarlar, sömürünün artık bir yeri olmadığını (modernlikte bu fabrika ölçeğinde gözlenebilirdi, artı-değer), çünkü artık soyut emeğin (maddi olmayan emeğin açığa çıktığını) ileri sürerler. İmparatorluk, dünya üretiminin yok-yeridir; emek bu yok yerde sömürülür (2001:223).
Yazarlara göre, emperyalizm, İmparatorluğun ya da emperyal egemenliğin kurulması ile birlikte aşılmıştır. Emperyalizmin varolabilmesi ya da yeniden üretimini gerçekleştirebilmesi için bir dışarısına ihtiyacı vardır, hem sermayenin dünya coğrafyasına yayılması sonucunda bir dışarısı hem de modernliğin postmodern eleştirisi ile birlikte epistemolojik bir dışarısı kalmamıştır. Kapitalist olmayan çevrenin her bir parçası farklı olarak dönüştürülmüştür ve hepsi de sermayenin genişleyen bünyesiyle organik olarak bütünleşmiştir. Başka bir deyişle, dışarısının farklı parçaları aynı modele göre değil, bütünlüklü bir bünye içinde birlikte işlev gören farklı organlar olarak içselleştirilmiştir (2001:241).
Emperyalizmin aşıldığına ilişkin bir diğer gösterge, disiplin toplumundan kontrol toplumuna geçiştir. Amerikan sosyal devlet uygulaması ya da New Deal politikası, Avrupa'dakinden farklı olarak, tüm dünyaya yayılarak, emperyal bir egemenliğin oluşturulmasında önemli işlevler görmüştür. Bu, kolonilerin özgürleştirilmesi (ulus-devletlerin inşası), üretimin merkezsizleştirilmesi ve disiplinin sağlanması yoluyla olmuştur(2001:263). Böylece, koloniler modernliğe girerken çıkmışlardır da, ya da modernliğin sonuna gelinmiştir.
İmparatorluğa geçişin yazarlara göre de analiz edilmeyi gerektiren temel bir düzeyi, üretimdir. Yöntemsel sorun kısmında tartıştığımız "üretimdeki geçişler", İmparatorluk düzeninin temellerini oluşturur.
Bu çerçeve içinde yazarlar, tahakkümcü ulus-devletin yenildiğini ilan ediyorlar: Devlet yenildi, dünyayı artık büyük şirketler yönetiyor(2001:318). Ulus-aşırı korporasyonlar ve küresel üretim ve dağıtım ağları ulus-devletlerin gücünü zayıflatmış olmakla birlikte, devlet işlevleri ve kurucu unsurlar yer değiştirerek etkili biçimde başka düzlemlere ve alanlara yani emperyal iktidara kaymıştır. Hükümet ve politika ulus aşırı komuta sistemiyle tamamen bütünleşmiştir. Kontrol mekanizmaları bir dizi uluslararası organ ve işlev aracılığıyla eklemlenmiştir(2001:318-319).
Yazarlar, İmparatorluğun daha ampirik bir analizine de girişir ve şu küresel kuruluş piramidini betimlerler:
Piramidin daralan tepe noktasında, küresel zor kullanma tekelini elinde tutan bir süper-güç ABD vardır; bu tek başına hareket edebilecekken BM şemsiyesi altında diğerleriyle ortaklaşa hareket etmeyi tercih eden bir süper güçtür. (...) ilk katman içinde kalan ikinci düzlemde, belli başlı küresel para araçlarını kontrol eden ve böylelikle uluslararası mübadeleleri düzenleme yetisine sahip bir grup ulus devlet bulunur. (G-7, Paris ve Londra Kulüpleri, Davos vd. organlarla birbirine bağlı devletler...) ilk katmanın üçüncü düzleminde küresel düzeyde kültürel ve biyo-politik iktidar kullanan (askeri ve parasal düzeylerde hegemonya uygulayan az yada çok benzer güçlerden ibaret) bir dizi heterojen birlik bulunur. (... İkinci katman,) ulus aşırı korporasyonların dünya çapında yaydığı ağlardan; sermaye akışı, teknoloji akışı, nüfus akışı vb. ağlardan oluşur. (...) Yine ikinci katman içinde kalan. Sıklıkla ulus aşırı korporasyonların iktidarına bağımlı bir düzlemde ise artık öz olarak yerel, toprak temelli örgütlenmelerden oluşmuş genel egemen ulus devletler dizgesi yer alır. (...) piramidin üçüncü ve en geniş katmanı küresel güç düzeninde halkların çıkarlarını temsil eden gruplardan oluşur. Çokluk doğrudan küresel iktidar yapılarına katılamaz; onların temsil mekanizmaları aracılığıyla elenmesi gerekir." (2001:321-322)
Yazarlar, İmparatorluk düzeninin anlaşılabilmesi için Roma İmparatorluğunu örmek olarak gösterir ve Polybius'un İmparatorluk teorisine gönderme yaparlar: "Polybius için, Roma İmparatorluğu politik gelişmenin zirvesini temsil ediyordu; çünkü o üç iyi iktidar biçimini - İmparator, Senato ve halk komitelerini şahsında cisimleştiren monarşi, aristokrasi ve demokrasiyi - bir araya getiriyordu."(2001:325). Yazarlar, buna gönderme yaparlar ve ABD'nin varlığını monarşi, ulus aşırı korporasyonların ve ulus-devletlerin varlığını aristokrasi, halkın varlığını da demokrasi ile ilişkilendirerek analiz ederler; karşımızdaki İmparatorluk'tur.
Artık ulus-devletler ve ulusal egemenlik çözülmüştür. Negri ve Hardt, bu çözülmeyi, "emperyal hak"kın açığa çıkması ve kendi meşruiyetini kurması ile birlikte anlıyor ve değerlendiriyor. Emperyal hak kategorisi, açıkça, bir meşru imparatorluk iktidarının varlığını ima etmektedir. Buna göre, Hardt ve Negri'nin "iktidar" konusunda yürüttüğü temel tartışma, ulus devletleri aşan küresel iktidar odaklarının (mekanizmalarının) ve "hak çerçevelerinin" (küresel hakkı kuran küresel iktidarların) oluştuğu yönündedir; örneğin, BM Normları bunu göstermektedir, keza ulusaşırı şirketler ve mali örgütlenmeler de...
Yazarlar, ulusal devletlerin ötesinde (daha doğrusu üstünde, buradaki "üstünde"nin anlaşılması için, Kelsen'in Normlar Hiyerarşisi kuramına atıf yapıyor ve düzelterek kullanıyorlar), imparatorluk iktidar odakları (ya da küresel -emperyal- hakkı kuran küresel iktidarlar diyelim) oluştuğunu ileri sürmektedirler ki, olguların bize gösterdiği şey, gerçekte, kapitalist hiyerarşik devletler düzeni içinde Amerikan hegemonyasıdır.
Yazarlara göre, kapitalizmin feodalite karşısında ilerici olduğu anlamda, İmparatorluk Emperyalizm karşısında ilericidir. Bundan basitçe şunu anlayabiliriz; İmparatorluk bize daha ileri bir toplumsal düzeni gerçekleştirme olanaklarını yaratacaktır. Bunun için de sayılan bu taleplerle mücadeleye girişecek bir "çokluk" (toplumsal özne) vardır. Burada, yazarların emperyal hak kategorisini hatırlatma ihtiyacı duyuyoruz. Bir hak çerçevesi, hukukçuların tartışmasız bir şekilde kabul edecekleri üzere, pozitifleştiğinde (yani toplumsal olarak meşru olduğunda ve yasalaştığında) mevcut hakların sınırları hak çerçevesinin sınırları değildir. Bunu basitçe, kapitalizm içinde fiilileşen hakların tarihsel seyrinden izleyebilmek mümkündür. Yine hukuk literatürü ile konuşursak, birinci kuşak negatif ve etkin haklardan (katılma haklarından) ikinci kuşak pozitif haklara genişleme ve bugün çevre ve konut hakkı gibi üçüncü kuşak hakların tartışılabiliyor olması kapitalist hak çerçevesinin sınırlarının mevcut haklar olmadığını göstermektedir. Bu sınır, kapitalist hak çerçevesinin artık kapitalist olmadığı yere kadar uzanır.
Yazarlar basitçe bunu hatırlatıp, emperyal hak çerçevelerinin bize sunduğu olanakları göstermektedirler. Tam da burada, yazarların ütopikliği (belki de buna emperyalizmin artık ortadan kalktığına yönelik taşıdıkları safdilce inanç demeliyiz) belirmektedir: Artık, emperyalizm aşılmıştır ve bu bize İmparatorluğu komünizme dönüştürme için bir fırsat yaratmıştır; buradaki biz, dönüştürme gücüne sahip olan çokluktur.
2. İmparatorluk: Düş mü Gerçek mi?
Yazarların küreselleşmeyi kaçınılmaz bir süreç ve kapitalizmi (emperyalizmi) aşan tarihsel bir ilerleme olarak algılamaları, üstelik bu nesnel süreçte ABD'ye özel bir rol vermeleri karşısında, tartışmayı gerçeklik alanına çekerek ilerletmek kaçınılmaz görünüyor.
Emperyalizm kavramı ile, mevcut sınırlılıklarını reddetmeden söylüyoruz, yazarların gözlemledikleri değişiklikler kavranamaz görünmüyor. Ama sorun, zaten bunların kavranıp kavranmaması değil, sorun, dünyaya yeni bir anlam verme çabası.
Yazarlar, yukarıda uzun uzadıya betimlediğimiz üzere "İmparatorluk", "biyopolitik", "çokluk" gibi yeni kavramlarla birlikte yaşadığımız dünyanın anlaşılabileceğini umuyorlar. Bu kavramları esas olarak post-yapısalcı, post-modernist, post-endüstriyalist vb. bir dizi gelenekten beslenerek tanımlıyorlar. Elbette yazarlar post-modernist olarak nitelenemezler. Bu çok zorlama bir eleştiri olur. Hatta yazarların mevcut politik pozisyonları açısından, adlandırıldıkları gibi post-Marksist olduklarını iddia etmek de çoğu zaman zorlaşır. Yine de, "son tahlilde", kuramsal olarak nitelenmek istendikleri pozisyon post-Marksizm olarak yazarlar tarafından seçikleştirilmektedir. Elbette, bunu söylerken de, yazarların politik tutumları ile post-Marksizmin kurucu metinlerinden sayılan Hegemonya ve Sosyalist Strateji arasında gerçek bir uzlaşmazlığın varlığını görmezden gelemeyeceğimizi eklemek zorundayız.
Genel olarak Marksist yazında yazarların "biyopolitik" ve "çokluk" kavramları ile aşmak istedikleri olgusal gelişmelere ilişkin, hiç küçümsenemeyecek bir külliyat oluşmuştur. Bu külliyat karşısında yazarların gerçek bir sessizlik içinde oldukları, varacakları kestirme çözümler ve bir "yeni 68" için tezcanlı davrandıkları söylenebilir.
Biyopolitik kavramı, yine tanıdık "fordist" ve "post-fordist" üretim örgütlenmesi modellerindeki farklılıklara dayalı olarak tanımlanmakta ancak yine kavramlar bozunuma uğratılarak, İmparatorluk çağının neden bir önceki kapitalizmden farklı olduğu sorusunun yanıtı, açıkça, başka bir düzenek içinden, post-yapısalcı gelenekten beslenerek verilmek istenmektedir.
Yazarların, maddi-olmayan emeğe yaptıkları vurgu ve maddi olmayan emeğin sermaye ile tahakküm ilişkisine girmeden de değer üretebileceği ve bu değerin sermaye bağımlı olmamasının çokluğun özgürlük yürüyüşünün teminatı olduğu tezi tam bir kurmaca olarak kalmaktadır. Artı-değer kuramının reddine dayanan bu yaklaşım, gerçekliği, maddi ilişkiler bütünü olarak sermaye birikim sürecini ve tüm dünyanın yeniden sömürgeleştirilmesini görmekten uzaktır. İşçi sınıfına ilişkin tartışmada, sadece, Thompson'un, İngiltere'de İşçi Sınıfının Oluşumu adlı anıt eseri bile, sınıfın neden bir ekonomik indirgeme değil de bir toplumsal ilişki olarak anlaşılması gerektiği konusunda bize çok değerli fikirler verir. Keza, post-fordizm ve işçi sınıfının değişen yapısı konusunda, Wright'ın eserleri de içinde çok değerli bir Marksist külliyat vardır. Fakat, sömürü ilişkisinin ve hatta mülkiyet ilişkisinin değiştiğini ileri sürmek, işte bu, Hardt ve Negri'nin katkısıdır!
Yazarlara göre, genel zekanın açığa çıkışıyla emek gücünde radikal değişiklikler olmuştur. Emek gücünün radikal dönüşümü ve bilim, iletişim ve dilin üretici güce katılması bütün bir emek fenomenolojisini ve üretimin bütün bir dünya ufkunu yeniden tanımlamaktadır.(2001:370)
Emek gücünün yazarlara göre yeni olan bu niteliğinin aslında yeni olmadığını biliyoruz. Sadece, Kapital'de Marx'ın, daha o zaman, makineyi, birikmiş sermaye olarak analiz etmesi, bize, Kapital'de toplumsal ilişki içinde analiz edilen emek gücü ve emeğin bu nitelikleri taşıdığını gösterir. Yazarlar da bunu inkar etmeyecek, sadece Marx'ın bunu ileri toplumlar için varsaydığını söyleyeceklerdir.
Fakat sorun, başlı başına, sınıftan söz ettiğimizde, hala kapitalizmi aşacak bir toplumsal özneden söz ediyor oluşumuz ve toplumsal öznenin dünya-evrensel varlığı değildir. Sorun, bizzat, üretimin enformatikleşmesi analizi ile birlikte, bilim, iletişim ve dilin hiçbir dolayım olmadan bizzat üretici güce katılması ve yeni bir soyut emek türü (genel zeka) oluşturması analizidir. Bunun maddi gerçeklik karşısında başarısız bir soyutlama olduğunu kabul etmek zorundayız.
Sınıf oluşumu, sanayi proleteryasına indirgenemez ve yazarların da kabul etmekten kaçınmadıkları üzere, sömürü ilişkisinin bu oluşumun temeli olarak varolduğu gerçeği, emek gücünün radikal dönüşümü varsayımıyla aşılamaz. Yazarlar, sonuçta, birbirleriyle sürekli mücadele içinde biri proletaryadan diğeri burjuvaziden kurulu bir sınıf mücadelesi modelini (Foucault'un yaptığı gibi) kabul etmemektedirler. Yazarlara göre, artık dışsallaştırılamaz olan emperyal iktidar karşısında "çokluk" vardır. Çokluk, Negri ve Hardt'ın tarihsel özne olarak en çok vurguladıkları ama en az açıkladıkları şeydir. Bu yüzden, sol post-yapısalcılığa yaptıkları atıfları veri kabul ederek, bunun, "hangi söylemsel çıkar varsayımına dayandığı önemsenmeden" dünyanın her yanına yayılmış emperyal iktidara karşı direnişler olarak yorumlanması yanlış olmayacaktır.
Emperyal iktidar dışsallaştırılamaz olduğu için, onun bir zayıf halkası yoktur; dünyanın her yerindeki mücadeleler emperyal iktidarı hedef alır ve bu emperyal iktidarın güçsüzlüğü, çokluğun ise gücüdür. Yazarların bu varsayımı, evet fazlasıyla devrimci eylemi kışkırtır ama kışkırtılan bu devrimci eylemin her türünün sistem karşıtı olduğunu ileri sürmek en hafifinden ütopik bir beklenti olarak nitelenmelidir.
Bunun ötesinde, yazarların eserlerindeki "çokluk", maddi bir güç olmaktan ziyade materyalist teleolojiye ait bir varsayım, ya da en azından yazarların umutlu diliyle söyleyelim ne zaman aktüelleşeceği belli olmayan bir "virtüel" olarak kalmaktadır.
Bu arada, belirtelim ki, yazarlar, çokluğu başka bir deyişle imparatorluk karşıtı politik özneyi betimlerken, bu betimlemede analitik olarak başvurdukları sol post-yapısalcı ya da post-modern yaklaşımların aksine, parçalayıcı ve yerelleştirici değil, aksine bütünleştiricidirler. Yazarlara bu yüzden, ne STK'lar (Hükümet Dışı Kuruluşlar; Sivil Toplum Örgütleri) ne de ırksal, kültürel vd. temele dayalı mücadeleler İmparatorluk karşıtı görünür. Aksine, bunların emperyal iktidarın sivil bekçileri başka bir deyişle meşrulaştırıcı ve bölücü aktörleri oldukları vurgusu belirgindir. Bu da olgusal bir bedahettir ve bu tür olgusal bedahetlerin tümünü yazarlarla paylaşmamak neredeyse olanaksızdır.
Bütün bu külliyat içinde, yazarların analitik olarak önerdikleri "biyopolitik", "çokluk" vd. kavramlar, açıklamaktan çok karmaşıklaştırmaya yaramaktadır.
Peki sadece bu, yani biyopolitik üretim tarzının varlığının savlanması, emperyalizmin aşıldığı ve imparatorluk çağına girdiğimiz tezini kanıtlamaya yeter mi? Ne değişmiştir? Başka bir deyişle, tarihsel bakıldığında Lenin'in emperyalizm teorisinin işlemediğini söylemek mümkün mü? Bunun için:
a. Bir dünya ekonomisinin her geçen gün daha çok bütünleşerek varolmadığını,
b. Bu dünya ekonomisinin ulusötesi bir yoğunlaşma gösteren tekellerin (kimileri, çok uluslu şirketler de diyor) ve bu tekelleri (en azından tercihlerini) her geçen gün daha çok denetleyen ulusötesi mali piyasaların oluşmadığını,
c. Genel olarak mali sermayenin, artık sadece sanayi sermayesini (tercihleri etkilemek bakımından şirket yönetimlerini) değil, egemenlik haklarını sermaye birikiminin güvencelerini oluşturmaktan başka türlü kullanmaktan giderek daha çok men edilen ulus devletlerin hükümetlerini de sanki bir "gizli el" gibi (ama bu el, hiç de gizli değil tabi, IMF, Dünya Bankası vd. kurumlarda cisimleşecek kadar somut) düzenlemediğini,
d. Sermaye ihracının, emperyalist sömürünün temel bir yolu olmadığını ve
e. Sermaye grupları ve kapitalist devletlerin dünya pazarını paylaşmadığını ve iç rekabete dayalı olarak yeniden ve yeniden paylaşmak için bir hegemonya mücadelesi yürütmediğini ileri sürmek gerekir ki, olguların gücü bunu olanaksız kılacaktır.
Lenin, meşhur özetinde, emperyalizmin temel özelliklerini "(1) üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır; (2) banka sermayesi sınai sermayeyle kaynaşmış, ve bu "mali-sermaye" temeli üzerinde bir mali-oligarşi yaratılmıştır; (3) sermaye ihracı, meta ihracından ayrı olarak, özel bir önem kazanmıştır; (4) dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur; (5) en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır."(..........) şeklinde sayıyor ve emperyalizmi, "tekellerin ve mali-sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir." (.........) diye tanımlıyordu. Elbette, Lenin'in analizinin bugün ulaştığı bazı gerçek sınırları vardır ancak bunlar, yazarların önerdiğinden daha çok değildir.
İmparatorluk analizinin temel dayanaklarından biri ulus-devletlerin sahip oldukları territoryal iktidar bakımından çözülmekte oldukları tezidir. Negri ve Hardt, bu çözülmeyi, "emperyal hak"kın açığa çıkması ve kendi meşruiyetini kurması ile birlikte anlıyor ve değerlendiriyor. Emperyal hak kategorisi, açıkça, bir meşru imparatorluk iktidarının varlığını ima etmektedir.
Soğuk Savaş sonrasının ulus devletler düzeninin farklılaşması ile yazarların önerdiği niteliksel değişim arasında gerçek bir karşıtlık vardır. Ulus devletlerin emperyalist hiyerarşi içinde yapılaşmış, kapitalist dünya ekonomisinin parçaları olması olgusu ise, tabii ki, çok daha eskidir. Kapitalizmin bir dünya ekonomisi olması kadar eski.
Yazarların kanıt olarak ileri sürdükleri bazı olgular ise gerçekten göz ardı edemeyeceğimiz bedahetlerdir. Fakat, bir sistem analizi sadece ve sadece bedahetler üzerine kurulamaz.
Wood'un belirttiği gibi,
Gerçekte, bizatihi küreselleşme, ulusal ekonomiler ve ulus devletler olgusudur. Devletin, ulusal ekonomiler arasındaki rekabeti ve ulus devletlerin uluslararası "rekabet edebilirliğini" geliştiren, yerli sermayenin karlılığını koruyan veya iyileştiren, sermayenin hareketini serbestleştirirken, emeği ulusal sınırlar içine hapseden ve devletin zoruna tabi kılan, küresel pazarlar yaratan ve bunları sürdüren politikalarını dikkate almaksızın -ulusal egemenliği kasıtlı olarak kurban etmeye yönelik ulusal politikalara değinmiyoruz bile- küreselleşmeyi anlamlandırmak olanaksızdır. Ayrıca tüm bunlara, küreselleşmenin, büyük kısmında, bölgeselleşme biçimine bürünerek eşitsiz gelişmiş ve hiyerarşik olarak örgütlenmiş ulusal ekonomi ve ulus-devlet blokları yarattığı da eklenmelidir. (...) Kapitalizmin ulusal olarak örgütlenmiş küresel bir sistem olmasının iki anlamı vardır: Birincisi, sistemsel zayıflık, çelişki ve yapısal krizleri, köken olarak ulusal değildir. Küreseldirler, sisteme içkindirler ve kapitalizmin temel hareket yasalarına kök salmışlardır. Dolayısıyla bu, hiçbir özgül ulusal politikanın bu krizlere yol açmadığı, hiçbir özgül ulusal stratejinin de onları çözemeyeceği anlamına gelir. İkincisi, küresel kapitalizm, ulusal ölçekte örgütlenmiş ve ulusal devletlere indirgenemez ölçüde bağımlı olduğu için, ulusal ekonomiler ve ulusal devletler, anti-kapitalist mücadelenin temel alanı olabilirler hala. Aynı zamanda, gerçekten etkili muhalif mücadeleler, kapitalizmin, kökeninde ulusal olmayan, çelişkilerini çözmeye yönlendirilemez, ama toplumsal hayatı, kapitalizmin mantığından bütünüyle koparmaya yöneltilmelidirler." (Wood, 2001)
Burada uzun uzadıya analize tabi tutamayacağımız, dünyanın gündemini hala işgal eden ve edecek olan "düşen uçaklar" (11 Eylül), bu bedahetlerin en yakını sayılabilir.
Elbette, Negri ve Hardt'ın perspektifinden de bir yorum mümkündür; ama bu yorumun kaçamayacağı, temel soru, emperyal hak olarak görünenin gerçekte tek kutuplu bir emperyalist hegemonyadan gerçek bir fark içerip içermediğidir?
Kanaatimizce, Hardt ve Negri'nin emperyalizmin aşıldığına ilişkin varsayımları bu eylem ile çökmüş bulunuyor. Varsayılan imparatorluğun merkezinde bile ulusal çıkarlardan bu kadar çok söz edilirken, emperyalizmin dışsallaştırılamamasından (İmparatorlukta dışsallaştırılabilir bir şey yoktur) söz etmek, açık ki, düşmanı görünmez kılmaktan başka bir şey değil. Üstelik yazarlar, mücadelelerin düşmanlarını tanımadıkları için bir iletişim kuramadıklarını açıklarken bu sonuçları çıkarıyorlar.
Uluslararası hukuk bakımından kabul edilemez olan Amerikan yaklaşımının (ki açıkça Amerikan ulusal çıkarlarını temsil ediyor), devletler düzeni (emperyalist hiyerarşi) içinde kabul görmesi, yine emperyalizmin dışsallaştırılabilir olduğunu göstermektedir. Bunun için emperyalizmden küresel mücadeleler yoluyla "düzenlenebilir" (siz, "iyileştirilebilir" diye okuyun) ileri bir tarihsel sisteme, İmparatorluğa geçildiğini söylemek mümkün görünmüyor.
Bu örnek olay üzerinden tarih, Amerikan Hegemonyasının krizine ve yeniden tesisi yönünde Amerikan müdahalesinin yarattığı mücadelelere (emperyalistler arası çelişkilere) şahitlik etmektedir.
Bir devrimci eylem çağrısının her zaman devrimci sonuçlarla nihayete ermeyeceği tarihsel bir gerçektir. Yazarların önerdikleri modelin sınırları, bu çağrının yeni dönemin reformizmi olarak nasıl şekilleneceğini açıkça gösteriyor.
İmparatorluğa karşı direnişin talepleri, küresel yurttaşlık, toplumsal ücret hakkı ve yeniden sahiplenme hakkıdır. Bu taleplerin talep olarak (sonuncusu hariç, zira sonuncusu talep olarak da ayrıca tartışmalıdır) reddedilmesinin politik bir karşılığı bulunmuyor. Bu yüzden bunlarla talep olarak ilgilenmeyeceğiz. Ancak bu taleplerin ileri sürülebilme koşulu olarak İmparatorluk varsayımını kabul etmek olanaksızdır.
Bazı Sonuçlar
İmparatorluk varsayımı, modernliğin tarih sahnesine çıkışı olarak dünya sistemcileriyle aynı tarihi gösterir. Buna göre dünyanın çehresi, M.S. 1450'li yıllarda Batı Avrupa'da açığa çıkan devrimsel dönüşümlerle değişmiştir. Bugün içinde bulunduğumuz tarih, bu değişimin bir ürünüdür ve bu tarihin sonuna gelinmiştir.
Tarihin bütünlüklü bir açıklamasının toplum bilimlerinin kaçamayacağı bir görev olduğu kesinse de, bu açıklamanın, mevcut toplumsal ilişkileri görünmez kılan bir ideolojik örtü haline dönüşmemesi gerekir.
İmparatorluk analizi, bütün devrimci ve hatta komünist iddialarına rağmen, gerçekte, post-kapitalist bir paradigma içinde yer edinir; ve eleştirmekten geri durmadığı postendüstriyalist, postyapısalcı, postmodernist vd. kuramsal pozisyonların geniş oranda etkisi altında kalır. İmparatorluk analizini güçsüz kılan da bu kuramsal müphemliktir.
Negri ve Hardt'ın İmparatorluk analizinin yeni bir sol "modernleşme kuramı" olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği ucu açık bir sorudur. Yazarların eleştirilmesi gereken bir diğer yanı, muhalefetlerini ilan ettikleri mevcut eşitsizlikçi ve tahakkümcü sistem karşısında değiştirici ve dönüştürücü öznelliğe ilişkin belirsiz ve şüpheli bir tutum takınmalarıdır. Çokluk kavramı ile karşılanmaya çalışılan fail, gerçekte, örneğin sınıflardan söz eden bir açıklama ile kıyaslandığında, bir yok faildir. Marksizme yönelik eleştirilerindeki gerçek zayıflıkta burada yatmaktadır.
İmparatorluk varsayımının güçsüz bir diğer yanı, ABD'ye yüklenen tarihsel işlevdir. ABD, İmparatorluğu var kılan süper-güç olarak ve örnek olsun, disiplinci ve endüstriyalist bir toplum olarak Japonya karşısında postmodern bir kontrol toplumu olarak öyle betimlenmektedir ki, bizzat bu betimlemenin kendisinin ABD politik düzeninin ve mevcut toplumsal ilişkilerinin bir yüceltilmesi olarak da neden okunmayacağı sorusu belirsiz kalmaktadır. Negri ve Hardt'ın böyle bir soruya devrimci politik tutumlarını yanıt olarak gösterecekleri muhakkaktır ve kabul edilmeli ki, bu bir yanıttır ama sorunun gücünü azaltmaz.
Küreselleşme olgusunun emperyalizmin İmparatorluk lehine aşıldığı yönünde elimize gerçek kanıtlar sunduğu tezi, bir varsayım olarak kalmaktadır. Keza, ulus-devletlerin tarihsel işlevini yitirdiklerine dair kestirimler de erken vargılardır. Kapitalizm içerisinde devlet her zaman önemli ekonomik fonksiyonları yerine yetirir - mülkiyet haklarını garanti altına almak, para, ağırlık ve ölçü biriminin standardizasyonu, ekonominin koordinasyonu, girdilerin ekonomik sürece katılmalarını garanti altına almak (işgücü, teknolojik gelişme, altyapı), diğer devletlerle ilişkileri sürdürmek, en sonuncusu fakat en önemsizi olmamak üzere de sosyal uzlaşmayı (buna "disiplin" de diyebiliriz) sağlamak (Went, 2001:74)- ancak bunu çeşitli yollarla değişen bir yoğunlukta yapar. Küreselleşme süreci, finansal sermayenin yoğunlaşması ve hareket serbestisinin artmasına rağmen ulusal pazarları ortadan kaldırmamakta, aksine hiyerarşik dünya pazarının eklemlenmesini artırmaktadır. Dolayısıyla, ulus-devletten, yani işlevlerinden vazgeçilmesi mümkün değildir; bugün çözülen sosyal olarak da genişlemiş olan devlettir, kamu yatırımlarının özelleştirilmesi ve kamusal harcamanın sosyal muhtevasının daraltılması sürecidir. Ortadan kaybolan devlet retoriği, sosyal harcamalardaki kesintileri, kamu sektörünün sınırlanmasını ve finans piyasalarında oluşan faiz oranlarının mümkün kıldığı tek taraflı karları meşrulaştırmak amacıyla kullanılan bir ideolojidir. Bekçi, yasacı ve vergici (sermaye biriktirip kapitaliste transfer eden) ulus-devlet tarih sahnesinden silinmemiştir; en azından emeğin küreselleşmesi karşısında gerekli bir engel olarak vardır. Küreselleşme sürecinde ulus devletin rolü yeniden tanımlanmakta, azalmamaktadır. Genel olarak küreselleşme sürecinde ulus-devletin yeni rolü, bir önceki dönemde işçi sınıfı mücadeleleri ile elde edilmiş kimi kazanımların da tasfiyesi ile şekillenmektedir.
Yazarlara göre ise, kapitalizmin feodalite karşısında ilerici olduğu anlamda, imparatorluk emperyalizm karşısında ilericidir. Bundan basitçe şunu anlayabiliriz; imparatorluk bize daha ileri bir toplumsal düzeni gerçekleştirme olanaklarını yaratacaktır. Bunun için de mücadeleye girişecek bir "çokluk" (toplumsal özne) vardır.
Yazarlar bu iddialarını emperyal hak kategorisine dayandırmaktadırlar ki, emperyal hak varsayımı bizzat yazarların metninde de sadece bir niyet olarak kalmaktadır. Denilebilir ki, yazarların önerdiği politika; açıkça küreselleşme reformizmidir. Yani, emperyal hak çerçevesinin, küresel yurttaşlık, toplumsal ücret ve yeniden sahiplenme hakkı ile yeniden düzenlenmesi için çokluğun uzama yayılmış mekansız mücadelesi... Bu tasarım, sınıf mücadelesini dışlar, mücadelenin mekanını belirsizleştirir ve kapitalizmi aşmaya yönelen devrimci politik programı, küreselleşmecilerin istediği doğrultuda revize eder.
Negri ve Hardt, bir çok anti-kapitalist gibi, kapitalizmin artık aşılması gerektiğine dair samimi inançlarını bizimle paylaşıyor ve hatta bunun için bazı yeni veriler de sunmaya çalışıyorlar. Ancak bundan bir yeni '68'den daha fazla ne çıkabilir? '68, artık kabul etmeliyiz ki, yeni solun devrimci eylemi fetişleştiren reformizmi olarak yaşandı. Denilebilir ki, Negri ve Hardt'ın politik projesinden nihai olarak elimizde kalacak olan, yeni solun eylemi fetişleştiren reformizminden başka bir şey olmayacak. Bunun, bir fars olmaması için ise, yazarlara iman ve dua bir yol. Elbette, duadan fazlası da mümkün.
Küreselleşme reformizmini politik olarak tanımlamak ve onu rakip görmeden karşısına bir kez daha Komünist Manifesto ile çıkmak: "Yeni bir '68 hayaldir, Komünizm ise gerçek bir olanak!" (MBM/EK)
___________________________
1 Egemenlik kavramı siyaset bilimi ve özellikle devletler hukuku alanında seçikleştirilmiştir. Bodin'den beri aşağı yukarı aynı seçiklik (anlam dizgesi) içinde kullanılan kavram, gerek siyaset biliminde gerekse de devletler hukukunda, esas olarak, territoryal (ülkesel) sınırları belli bir insan topluluğu üzerinde yasa koyma ve zor kullanma tekeli olarak iç egemenlik ve bu insan topluluğunu diğerleri karşısında temsil etme hakkı olarak dış egemenlik diye tanımlanır. Kavramı, Osmanlıca Âzamiyet, Hükümdarlık, Hâkimiyeti mutlaka, vd. İngilizce Sovereign