Walter Benjamin'in Pasajlar'ının (Yapı Kredi Yayınları) üçüncü baskısı yapıldığında çevirmeni Ahmet Cemal, Virgül dergisinin mayıs ayı sayısına bir yazı yazmıştı. Cemal, bugüne kadar her fırsatta Benjamin'e göndermeler yapan aydınların, kitap yayımlandıktan sonra meşum bir sessizliğe büründüğünden yakınıyor ve buna bir anlam veremediğini söylüyordu. Cemal, kitabın sessizlik içinde yok sayılmasının nedenini Enis Batur ile konuşuyor ve Batur, şöyle diyor:
"Çok doğal, çünkü şimdiye kadar Pasajlar ortada yoktu ve insanlar, Benjamin üzerine olur olmaz konuşabiliyordu. Şimdi elde asıl kaynak var; konuşmak için onu okumuş olmak gerekiyor."
Sessizliğin yeni kurbanı
Türkiye'de böyle bir şey var hakikaten. Çok sıkı, çok mühim, üzerine konuşulması "ileri geri konuşmaktan" biraz daha zor olan bir kitap çıktığında - gerektirdiği okuma zahmetinden olsa gerek - herkes, hep birlikte öyle bir şey yokmuş gibi yapıyor. Misal, Oğuz Atay da yıllarca bu tip bir katil sessizliğin kurbanı olmadı mı? Bu tuhaf sessizliğin yeni bir kurbanı var şimdi: "İmparatorluk".
Michael Hardt ve Antonio Negri'nin yazdığı ve Abdullah Yılmaz'ın sağlam çevrisiyle Ayrıntı Yayınları'ndan yayımlanan kitap hakkında (Ertuğrul Kürkçü'nün Virgül dergisinde yayımlanan yazısı hariç) yazılı basında bir nümayiş kopmadı. Oysa kopmalıydı. Zira etrafta bu kitabın "küreselleşme karşıtı eylemlerin" teorik düzlemini oluşturduğu dedikodusu vardı. Üstelik kitap - bu sıfatı hak ettiği tartışılabilir olsa da - "yeni çağın komünist manifestosu" ilan edilmişti. Ama işte biraz zahmetli bir kitap olduğu için herhalde, kitap hakkında Avrupa'dakine benzer bir tartışma ortamı oluşmadı. Bu yazının öncelikli derdi, gücü yettiği oranda, kitaba karşı taammüden oluşan bu sessizliğe son vermektir.
"Çokluk" üzerine sorular
Kitap, uygarlığın emperyalizm uğrağını geride bıraktığı, yeni uğrağın "imparatorluk" olarak adlandırılması gerektiği savı üzerine kuruluyor. Negri ve Hardt, "imparatorluğun" yerine yeni ve insanca bir hayatın inşası için gereken devrimci potansiyelin "çokluk"ta bulunduğunu savunuyor. Kitabın önsözünde, "çokluk" kavramının "soyut, neredeyse poetik düzeyde" kalacağı baştan kabul edilerek var olan sistemin ve sistemi yıkıma uğratacak karşı güçlerin kavramsal hatları çiziliyor. Ve evet, "çokluk" kavramı kitap boyunca poetik kalıyor. Kitaptan "sonuna kadar hesaplanmış somut kurtuluş reçetesi" bekleyenler bu yüzden hayal kırıklığı yaşayabilir. Ama kitabın Genova eylemlerinden önce yazılmış olması bunun bir nedeni olabilir mi acaba? Zira, yazarlar "Marx'ın somut terimlerle kapitalist topluma etkili bir alternatif olarak komünizme sıçraması ve onu kavraması için Paris Komünü'ne ihtiyacı vardı" (sf. 220) diyerek daha somut bir teori için pratik yetersizliğinden bahsediyor. Genova eylemleri yeni bir manifesto için Paris Komünü işlevi görebilir mi acaba? Bunu Negri'ye sorası geliyor insanın, ama maalesef yazar İtalya'da, hapiste!
Kitabın son sayfasında "çokluk"un tekil hali olan "yeni militanın" tanımı yapılırken bile bu poetik durum sürüyor. Yeni militanın "çilecilerden" ya da "ödev ve disiplin temelinde eylem yapanlardan" çıkmayacağını, imparatorluğu yıkacak gücün "şenlikli hayatın savunulmasından" doğacağını söylüyor yazarlar. İnsanın aklına "şenliklerle" işe başlayan ÖDP ve "ödev duygusuyla" davranan ölüm orucu eylemcileri geliyor. Yer bitti. Devam ederiz belki.