Bu gezegenin sahibi olan kudretli ülkeler, bombardımanlarla akıl yürütme alışkanlığını edinmiş durumdalar. Bunlar kudreti oluşturuyorlar: Genetik bakımdan dönüştürülmüş bir Frankeşgücü: Doğayı aşağılayan gücü.
Frankeşgüç, havayı pisliğe çevirmek için kullanıyor özgürlüğünü, insanlığı yerinden yurdundan etmek için kullanıyor haklarını: Bilumum korkunçluklara hata diyor; önüne kim çıkarsa çıksın ezip geçiyor; her türlü alarm sinyaline kulak tıkıyor ve elini değdirdiği her şeyi kırıp döküyor.
Okyanuslar kabarıyor, düşük irtifadaki ovalar ebediyen sular altına gömülüyor. Bu, şu andaki haliyle ekonomik kalkınma için kullanılmış bir metafor gibi duruyorsa da, aslında, Birleşmiş Milletler'in danışmanlığını yapan bilim insanlarına göre, dünyanın pek de uzak olmayan bir gelecekteki halini tasvir ediyor.
Yirmi yılı aşkın bir süre çevrecilerin öngörüleri ile ya dalga geçtiler ya da bunları suskunlukla karşıladılar. Ama şimdilerde bilim insanları bu öngörülerin doğru olduğunu teslim ediyor. Hatta, 3 Haziran 2002'de Başkan Bush bile, ilk kez, küresel ısınmanın gezegeni tahrip etmeye devam etmesi halinde başımıza felâketler geleceğini itiraf etmek zorunda kaldı.
Gazeteci Bill McKibben, şimdilerde Papalığın da Galileo'nun doğru söylediğini kabul ettiğini belirtiyor. Ama hatasız kul olmaz: Bütün bunlarla eşzamanlı olarak Başkan Bush, önümüzdeki 18 yıl içinde Amerika Birleşik Devletleri'nin zehirli gaz salımını yüzde 43 oranında artıracağını ilân etti. Ne de olsa, Bush'un dümeninde bulunduğu ülke petrol içip zehir kusan makineler üzerinde gidiyor. Geçen yıl sonlarında Bush bir dayanışma çağrısında bulunurken, bunu tanımlamayı da becermişti: "Bırakın çocuklarınız komşunun arabasını yıkasın."
"Tanrıya ve piyasaya... "
Dünyanın lider ülkesinin enerji siyaseti, semavî buyruklara boyun eğdiğini söyleyen dünyevî şirketlerce belirleniyor. Müteveffa Enron Şirketi - ki ölüm sebebi sahtecilikti - hükümetin başlıca danışmanlık şirketi olduğu gibi, hem Bush'un hem de çoğu senatörün seçim kampanyalarının finansörüydü; tanrısal mesajlar yayınlamasıyla tanınmıştı. Enron'un baş yöneticisi Kenneth Lay, şöyle derdi hep: "Bir Tanrıya inanırım ben, bir de piyasaya." Şirketin Lay'den önceki lideri de benzer bir şiarı benimsemişti: "Biz meleklerin tarafındayız."
Amerika Birleşik Devletleri, en ufak bir vicdan azabı duymaksızın, çevre terörizmine girişmiş durumda; sanki, Tanrı ona sigarayı bırakması karşılığında bir garanti belgesi bahşetmiş gibi.
İspanyol keşiş Luis Alfonso de Carvallo "doğa şimdiden çok yıpranmış durumda" diye yazmıştı. Bunu yazdığı tarih 1695'ti. Halimizi bir de şimdi görseydi!
İspanya ülkesinin büyük bölümü yüzeydeki topraklarını kaybediyor. Toprak uçup gidiyor ve eninde sonunda pencere pervazlarındaki çatlaklardan kum dolacak içeriye. Akdeniz bölgesindeki ormanların sadece yüzde 15'i ayakta duruyor. Bundan yüz yıl önce Etiyopya'nın yarısı ormanlarla kaplıydı; şimdiyse ülke koskoca bir çölden ibaret. Brezilya'nın Amazon bölgesi, Fransa büyüklüğünde bir ormanlık alan yitirdi. Bu hızla gidersek, Orta Amerika'da yakında ağaçları saymaya başlayacağız: Tıpkı kel bir adamın tepesinde kalan son birkaç teli sayması misali.
Erozyon, Meksika köylülerini kırsal bölgelerden ve ülkelerinden kaçmaya itiyor. Toprak ne kadar değer yitirirse, o oranda daha fazla gübre ve tarım ilâcı kullanılması gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü'ne bakılırsa, bu kimyasal yardımcılar her yıl üç milyon çiftçinin ve tarım işçisinin ölümüne yol açıyor.
İnsan dilleri ve insan kültürleri nasıl gün be gün ölüp gidiyorsa, bitkiler ve hayvanlar da öyle yok olup gidiyor. Biyolog O. Wilson'a göre her üç saatte bir, bir tür ortadan kalkıyor. Ve bu tükeniş sadece ormanların yok oluşundan ve çevre kirlenmesinden dolayı değil: Büyük çaplı üretim, ihracata yönelik tarım ve tüketim mallarının standartlaşması da çeşitliliği ortadan kaldırıyor. Sadece bir yüzyıl önce yeryüzünde 500'den fazla marul çeşidi, 287 cins havuç olduğuna inanmak ne kadar güç. Ya da, tek başına Bolivya'da 220 çeşit patates olduğuna.
Ormanların kafa derisi yüzülüyor, toprak çöle dönüyor, nehirler zehirleniyor, kutuplardaki buzullar ve dağların doruklarındaki karlar eriyip gidiyor. Dünyanın birçok yerinde yağmurlar tamamen kesilmiş, başka yerlerde de gökler delinmişçesine yağmur yağıyor. Dünyanın iklimi çıldırmış halde.
Seller, kuraklıklar, hortumlar, kontrol altına alınamayan orman yangınları: Bütün bunlar giderek doğallığı azalan olaylar oluyor - her ne kadar medya, aksi yöndeki tüm kanıtlara rağmen, bunların doğal olduğunda ısrarcıysa da... Birleşmiş Milletler'in 1990'ları "Uluslararası Doğal Afetleri Azaltma Onyılı" olarak ilân etmesi, kara mizah gibi bir şey.
Azaltma mı? En büyük felâketler onyılı oldu o dönem. 86 büyük felâket olayı meydana geldi ve aynı dönemdeki korkunç kanlı savaşlarda ölenlerden daha fazla insanın ölümüne yol açtı. Ölenlerin ezici çoğunluğu (kesin bir oran vermek gerekirse, yüzde 96'sı) yoksul ülkelerin vatandaşlarıydı. Hani şu, uzmanların "gelişme yolunda" diye adlandırmakta ısrar ettikleri ülkelerin.
Yoksulun örneği güçlü
Güney ülkeleri de büyük bir sadakat ve coşkuyla Kuzey ülkelerinin en kötü uygulamalarını azgınca taklit ediyor. Kuzey de erdemlerini değil, en berbat kusurlarını ihraç ediyor buralara; öyle ki, yoksul ülkeler Amerika'nın araba tapınmasını kendine örnek alıyor, buna bağlı olarak serbest piyasa ve tüketim toplumu mitolojisini benimsiyor. Güney, bununla da kalmıyor: Doğayı en çok mahveden en pis endüstrilere hevesle kucak açarken, bunu köleliğin bile daha cazip görüneceği ücretler karşılığında yapıyor üstelik.
Ama Kuzey, gene de, her 100 kişide sadece bir kişinin araba sahibi olduğu Güney'de yaşayan bir insana oranla ortalama kişi başına 10 kat fazla petrol, doğalgaz ve kömür tüketiyor. Çevre konusunda şölen ve oruç uygulamaları üzerine yapılan araştırmalar, yeryüzü kirlenmesinin yüzde 75'inin yeryüzü nüfusunun yüzde 25'i tarafından gerçekleştirildiğini ortaya koyuyor. Bu azınlık, içme suyuna sahip olmayan iki yüz milyonu ya da her gece aç karnına yatağa giren yüz milyonu kapsamıyor elbette. Doğal kaynakları yalayıp yutmaktan ya da havayı, toprağı ve suyu harap etmekten sorumlu olan, "insanlık" değil.
Kudret merkezleri omuz silkiyor: Bu gezegen kârlı olmaktan çıkarsa, ben de başkasına giderim.
Ben güzele güzel demem, güzel satılmayınca; adalete adalet demem, adalet satın alınmayınca. Gıpta ettiğimiz, kendimize örnek almak istediğimiz hayat tarzı ile gezegen katlediliyor; tıpkı hareketliliğimizi artırıp hızlandırsın diye icat ettiğimiz makinelerin bizi felce uğratması, bir arada yaşayalım diye kurduğumuz şehirlerin bizi tecrit etmesi gibi.
Milyonlarca yıldır oksijen üreten yosunların boyadığı yeşil denizlerle mavi göklerin rengi attıkça, kelimeler de anlamını yitiriyor.
Geceleri pırıldayan o ışıklı noktalar var ya - bizi mi gözlüyorlar dersiniz?
Yıldızlar şaşkınlık ve korku içinde titreşiyorlar. Hâlâ canlı olan dünyamızın, kendi yok oluşunu hazırlamak üzere deli gibi dönüp durmasını nasıl kavrayabilsinler ki? Göz kırpmalarına gelince, o, sırf korkudan: Bu dünyanın öteki gök cisimlerini de şimdiden istilâya giriştiklerini gördüklerinde, ödleri kopuyor da ondan. (EG/ÖM/NM)
* Znet'te yayımlanan Eduardo Galeano'nun yazısını İngilizcesinden Ömer Madra çevirdi.