İlyas gitmiş… Evimin yakınında bir zincir market var, bir yerden dönerken arada sırada girip kırık kopuk bir şeyler alıyorum. Orada çalışıyordu İlyas.
Geleli dört beş ay olmuştu anca. Güler yüzlü, yardımsever bir gençti. Daha yeni öğrenmiştim adını. Birkaç alışveriştir göremeyince geçenlerde kasadaki kadına sordum. “Ayrıldı abla” dedi sadece. Gittikçe daha kısa aralıklarla değişiyor artık kasiyerler, isimlerini akılda tutmaya bile vakti olmuyor insanın.
Emek piyasasına katılmaları yıllara dayanmıyor; gencecik kadınlar, gencecik erkekler bunlar. Üniversite mezunu çoğu. İş güvencesinden yoksun, geçici işlerde adeta köşe kapmaca oynuyorlar. ‘İş güvencesi’ hayati kavram (aman ‘iş güvenliği’ ile karıştırmasın zihniniz, dağılır gideriz sonra!).
Güvene dayalı ilişkiler
Bu kavramla, birtakım maliyetlerden kaçmak için kısa aralıklarla çalıştırılan ya da keyfi olarak işten çıkarılan insanları koruyacak düzenlemeleri kast ediyorum. Bir başka deyişle, iş ilişkilerinde işverene nazaran zayıf durumda olan işçinin haklarını koruyup işin sürekliliğini sağlama mekanizmalarının yokluğundan söz ediyorum.
Geçici işçiler sadece istihdama ilişkin sorunlar nedeniyle zorlanmıyor. Aynı zamanda sosyal ağlar içinde kurulmuş güvene dayalı ilişkilerden de yoksun kalıyorlar.
Oysa, diğerleri ile aktif ve güven içeren ilişkiler kuran insanların daha çok hoşgörülü, daha az şüpheci oldukları ve başkalarının sorunlarına daha çok empatiyle yaklaştıkları bilinen bir şey. Güven içeren bu türden ilişkilerin insanların hayat kalitesini fiziksel ve biyolojik olarak daha olumlu etkilediği üzerine akademik araştırmalar var; bu insanlar travmalarla daha çok başa çıkabiliyor, hatta hastalıkla daha iyi mücadele ediyor mesela.
Dayanışma üzerine kurulu bir ağ oluşturamayan bu gencecik insanlar iş güvencesi olmayan işlerde çalışıyorlar. Göğüs gerdikleri belirsizlik tolere edilecek gibi değil. İnsanın canına, ruh bütünlüğüne kast eder cinsten. Nerede okuduğumu hatırlayamıyorum ama bir işçinin blogundan alındığını hatırlıyorum şu sözün, “Yaşadığımızı kanıtlamanın tek yolu ölmek”. Belirsizlikten kaynaklanan kaygı hep vardı diyecek olursanız bu kadar kitleselleşmemişti derim ben de. Günümüzde belirsizlik artık gündelik hayata sızmış durumda.
Avokadonun fiyatını görünce
İç karartmak değil niyetim, başka bir şey yazacaktım. İlyas’ı anlatıp öteki olaya geçecektim, konunun ağırlığından daha girişte kendim boğuldum, hemen toparlıyorum.
Geçenlerde geldi başıma bu olay. İsimleri vermeden anlatayım izninizle, bundan iki üç hafta önce bir yürüyüş sonrası, yol üstü diye eve yakın olmayan bambaşka bir zincir markete girdim.
Manav bölümünden hızlıca bir iki parça meyve-sebze alıp çıkacaktım. Avokadonun fiyatını görünce, manav bölümündeki görevli çalışana dert yandım yüksek sesle (Acayip ‘esnaf-friendly’ bir insanımdır, esnafla, çalışanla konuşmadan alışveriş yapamam).
Tanıdığım biri değil reyonun çalışanı, dedim ya her zaman girdiğim bir market değildi. Görevli, gençten bir erkek, yanıma geldi, bir iki rutin diyalog sonrası istersem bir iki tane avokadoyu ayrı bir poşete koyabileceğini, kasaya gidince bunları dışardan aldığımı söyleyebileceğimi, kasadakilerin bunu kontrol edeceğini hiç sanmadığını söyledi. Şaşırdım kaldım. Yani ilk tepkim neden bana böyle bir şey söylediğine apışıp kalmak oldu.
Parasız mı görünüyordum ya da bunu demesinin altında -nedeni ne olursa olsun- bana bir jest yapma isteği mi vardı. Gözüne far yemiş tavşan gibi kalakaldım ilkin, sonra ‘ne münasebet’ benzeri bir şeyler mırıldanarak başka bir reyona gittim. Marketten çıktığımda hâlâ şaşkınlığımı atamamıştım.
Eve geldiğimde düşündüm bunun üzerine. Birkaç gün düşündüm hem de. Acaba başka bir neden olabilir miydi bu yaptığının altında. Sadece bir tahmin elbette ama belki de kendisine çalışma koşulları ile eziyet eden süpermarkete kendince bir ders veriyordu, kimbilir! Ne yalan diyeyim hoşuma gitti bu versiyon.
Çok, çok kızgınız!
Fight Club “Dövüş Kulübü” filmini bilirsiniz. O şahane filmde en bilindik Tyler Durden tiradı şöyledir; “(…) Lanet olsun, bütün bir nesil (benzincide, arabalara) benzin pompalıyor; garsonluk yapıyor; beyaz yakalı köleler haline gelmiş. İzlediğimiz reklamlar yüzünde arabaların ve kıyafetlerin peşinde koşuyor, ihtiyacımız olmayan şeyleri satın alabilmek için nefret ettiğimiz işlerde çalışıyoruz. Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir amacımız ya da yurdumuz yok. Ne Dünya Savaşı yaşadık ne de Büyük Buhran’ı. Bizim savaşımız ruhani bir savaş, en büyük buhranımız hayatlarımız. Hepimiz televizyon tarafından günün birinde bir milyoner, bir sinema yıldızı veya bir rock yıldızı olacağımıza inandırılarak büyüdük. Ama bunların hiçbiri olamayacağız. Bunun farkına yeni yeni varıyoruz. Ve çok, çok kızgınız!”
Ben de yaşadığım bu sıra dışı olay sonrasında filmin “mavi yakalı” versiyonunu çektim zihnimde. İlyas’a verdim başrolü. Kargoculara, su taşıyıcılarına, mobiletle ölümüne sipariş yetiştirmeye çalışan çocuk adamlara, genç kasiyer kadınlara, nasıl yaşayacağına aslında hep başkaları tarafından karar verilen bu insanların hepsine rol verdim. Prodüksiyon çok afili oldu, içime sindi.
Daha önce de yazmıştım, hatırlayan vardır; içinde yaşadığımız sistemin kendisinden kaynaklanan sorunları “kişisel başarısızlık” diye yutturmaya çalışıyorlar bize.
İnsanca bir yaşam sürmenin ‘sadece’ kendi sorumlulukları olduğunu düşünenlerin içinde olduğu kandırmacanın; sürdükleri yaşamın ‘sağlam bir CV oluşturamamış’, ‘kendini geliştirememiş’ vb. nedenlerle sanki kendi tercihleriymiş gibi yutturulduğu düzenin (Bkz. You Can Do It! sosyodisesi) öcünü aldım filmimle. E sanat biraz da bunun için değil midir, şişimiz insin diye yani. Hülasası, kendim çektim, kendim beğendim! Elime sağlık…
Nasıl yaşayacağımızı belirlemede çok da söz sahibi olamayabiliriz, biliyorum. Ama nasıl yaşayamayacağımızı bilmek ve onda ısrar etmek en az diğeri kadar değerli bence. O yüzden bir başlangıç noktası seçmek gerekiyor. Yeni zamanların acısını dindirebilmek için tüketen, tükettikçe tükenen insanlarız biz. Neyi tüketip, neyi tüketmeye hiç yanaşmayacağımızı belirleyerek başlayabiliriz sanki. Belki de sadece kendi pozisyonumuzu değiştirmektir çaresizliğimizin ilacı.
Geleceğimizin geri alınamaz bir şekilde birbirine bağlı olduğu bu ülkede, ‘senin’ neyi satın alıp neyi satın almayacağını bir kere daha düşünmen; senin için neyin kazanç neyin kayıp olduğunu ciddi bir şekilde sorgulaman; tükettiklerine, satın aldıklarına, sahip olmaya çalıştıklarına dikkat etmen gerekiyordur belki de.
Gündelik hayat içinde süslü tekerlemeler gibi birbirimize tekerleyip durduğumuz hamaset diyaloglarından değil “senden” başlıyor olabilir gelecek, bir düşün derim! Biz pozisyonumuzu değiştirirsek, İlyas daha uzun süre çalışabilir belki o markette. Elif daha mutlu olabilir akşamları uzak bir durakta otobüsten inerken. Süleyman mobiletiyle siparişleri yetiştirirken işten atılmamak için hayatını tehlikeye atmayabilir.
Boétie’nin 16. yüzyılda yazdığı “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev”inden bir alıntı ile bitireyim yazıyı izninizle; “Kulluk etmemeye karar verdiğiniz andan itibaren özgürsünüz demektir. Tiranı ellerinizle devirmenizi istemiyorum; yalnızca ona artık destek vermeyin; böylelikle altından kaidesi çekilmiş muazzam Rodos Heykeli gibi, tüm ağırlığıyla yere düşüp parçalandığını göreceksiniz”
Sözün özü: Yalan söylüyorlar! Bakma sen onların "You Can Do It" palavralarına. Yapamayabiliriz. Birer proje taslağı değiliz, insanız biz. Kulluk etmemeye karar verebiliriz her birimiz. İşte bunu gerçekten yapabiliriz annem!
(AA/EMK)